körotonomedya > türkçe > theoria
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Terhaneler: Emeğin "Oryantal" Halleri

Kenan Erçel

Emek(çi) perver bir coğrafya olduğu pek söylenemeyecek, "Amerikan istisnacılığı" gibi bir tabire vesile olacak denli kendini sınıfsal mücadeleden azade addedegelmiş ABD'de, 1990'lı yıllarla birlikte geniş tabanlı ve mimarları arasında dönemin Başkanı Clinton'un dahi yer aldığı emek-eksenli bir hareketin boy göstermesi ilginç bir vakıaydı kuşkusuz. Bu hareketin, ivme kaybetmek şöyle dursun, hepten palazlandığı 2000'li yıllarda "sömürü" terimi artık sol/sosyalist yazının tekelinden çıkmış; kiliselerden kampüslere, haber bültenlerinden sitcom'lara uzanan bir yelpazede iyiden iyiye gündelik dile mâl olmuştu. Ne var ki bu gelişmeleri emek hanesine yazılacak bir kazanım olarak nitelendirmeden önce bir durup düşünmekte fayda var. Zira, aşağıda izah etmeye çalışacağım üzere, "sömürü"nün söz konusu hareket ve bu hareketin dillendirdiği söylem içerisinde kodlanış biçimi kapitalist emek-sermaye ilişkisindeki temel adaletsizliği olağanlaştırmakta ve doğallaştırmakta, böylelikle makûl ve meşru kılmaktadır. Fakat bu savı ayrıntılandırmaya ve gerekçelendirmeye girişmeden önce ABD menşeili bu emek hareketi hakkında kısa bir tarihçe vermek yararlı olacaktır.

"Terhane"ler hortlarken

1990'lı yıllarla birlikte ABD kamuoyu "terhane" (sweatshop) terimiyle yeniden tanıştı. "Yeniden" çünkü terim çıkışı itibariyle, bundan neredeyse bir yüzyıl kadar önce Eski Dünya'dan Yeni Dünya'ya göç eden Avrupalı'ların istihdam edildiği imalat atölyelerini adlandırmak için kullanılıyordu. Söz konusu işletmelere "terhane" denilmesinin nedeniyse barındırdıkları içler acısı çalışma koşullarıydı. İşçilerin izbe, havasız, gürültülü, dar mekânlara istiflenerek 12-14 saatlik işgünü boyunca dur duraksız ter döktükleri bu atölyelere hakikaten çok yaraşır bir terimdi "terhane"[1].

Çok uzun bir süredir tedavülden kalkmış olan bu terim tam yeni bir yüzyılın eşiğindeyken tekrar keşfedilip yaygın dolaşıma giriverdi. ABD kamuoyunun terhanelerle yeniden tanışmasında 1990'lı yılların ortalarında peşpeşe patlak veren iki skandal önemli rol oynadı. Bunlardan ilkinde, ünlü sabah programı sunucusu Kathie Lee Gifford, marka olarak kendi ismini taşıyan kıyafetlerin Honduras'taki bir fabrikada, aralarında 12 yaşında kız çocukların bulunduğu işçiler tarafından insanlıkdışı koşullarda üretildiğini canlı yayın esnasında öğrenince gözyaşlarına boğulmuş; ikinci hadisedeyse ünlü basketçi Michael Jordan'ın, Nike ile imzaladığı 20 milyon dolarlık reklam sözleşmesi sayesinde tek başına, Endonezya'da Nike ayakkabılarını üreten binlerce işçinin gelirinin toplamından daha yüksek bir meblağ kazanması gündeme oturmuştu.

Bu sansasyonel ifşaatlarla neredeyse eşzamanlı olarak Clinton hükümeti Apparel Industry Partnership (AIP -- Giyim Endüstrisi Ortaklığı) adı altında sektörün bozuk sicilini düzeltmeye yönelik bir inisiyatife imza attı. Çatısı altında giyim endüstrisi, sendika ve insan hakları grupları temsilcilerini biraraya getiren AIP çok geçmeden anlaşmazlıklarla çalkalanmaya başladı. AIP'nin fazlasıyla endüstrinin dümen suyuna girdiğini; hak ihlallerini tespit ve cezalandırmak için gerekli şeffaflık ve yaptırımlardan yoksun olduğunu; ve bu koşullar altında firmaların salt gönüllülük prensibiyle benimsedikleri Çalışma Mevzuat'ının (Codes of Conduct) hiçbir bağlayıcılığı olmadığını savunan tekstil çalışanları sendikası UNITE'ın 1998'deki kopuşuyla birlikte iki yeni oluşum ortaya çıktı: AIP'ın devamı mahiyetindeki Fair Labor Association (FLA -- Adil Emek Birliği) ve ona alternatif olarak örgütlenen Worker Rights Consortium (WRC -- İşçi Hakları Konsorsiyumu).

WRC'in kuruluşunda başı, üniversite gençlerinin örgütlediği United Students Against Sweatshops (USAS -- Terhaneler Karşıtı Öğrenciler Birliği) çekiyordu. Öğrenim gördükleri üniversitelerin logolarını taşıyan kep, eşofman, basket topu gibi milyarlarca dolar tutarında bilumum mamûlün, o cafcaflı görünümlerini Üçüncü Dünyalı gariban işçilerin istismarına borçlu oluşunu bir vicdan meselesi yapan öğrenciler USAS'ı ve sonrasında WRC'ı örgütleyerek kendi kampüslerinde verdikleri mücadeleleri ülke çapına yaymış oldular. Yaptıkları yaratıcı ve kararlı eylemler sayesinde USAS mensupları birçok üniversite idaresini, müşterisi oldukları bu terhane ürünleri konusunda sorumluluk almaya ikna --ve zaman zaman mecbur-- ettiler. WRC işte bu sorumluluğun lafta kalmaması için hayata geçirildi. Çokuluslu Şirketler için fason üretim yapan Üçüncü Dünya işletmelerinin tabi tutulması gereken denetim ve ölçütler konusunda yukarıda bahsi geçen FLA'ye kıyasla çıtayı çok daha yüksek tutan WRC kısa zamanda birçok üniversiteyi bünyesine almayı başardı. FLA ve WRC arasındaki çekişme bazen o kadar kızıştı ki Nike'nin yönetim kurulu başkanı Philip Knight, mezunu olduğu Oregon Üniversitesi'nin WRC'a geçtiğini öğrenince küplere binip Üniversite'ye yapacak olduğu 30 milyon dolar bağışı geri çekti.

Özetle, o zamana dek üzümünü yiyip bağını sormayan ABD tüketicileri 1990'lı yılların ortalarından itibaren, uzak coğrafyalarda ister istemez ortak oldukları "sömürü" karşısında kaydadeğer bir duyarlılık kazanmaya başlamış ve kendilerini bu suça alet eden Çok-Uluslu Şirketler'den artık hesap sorar olmuştu. [2] Dünya giyim ve tekstil ihracatında hatırı sayılır bir paya sahip olan Türkiye de bu hareketin nüfuz alanına çoktan girmiş bulunmaktadır. Nike, Timberland, GAP gibi Çok-Uluslu Şirketler'e (ÇUŞ) üretim yapan irili ufaklı birçok Türk firması, sipariş aldıkları markaların benimsemiş oldukları işçi çalıştırma ölçütlerine uygunlukları açısından denetime tabi tutulmaktadır. Bu denetimlerin ÇUŞ yönetimleri ve yerli işveren tarafından ne denli ciddiye alındığı epeyi tartışma götürür ama her geçen sene daha yaygınlaşıp rutinleştiklerine şüphe yok. [3]

"Bırakınız yapsınlar", "Bırakın yapalım"

Emek eksenli siyasetin neoliberalizm karşısında sürekli mevzi ve özgüven kaybına uğradığı dünya konjonktüründe, kendine doğrudan çalışma koşullarını mesele edinen, üstelik ABD çıkışlı bir hareket, kuşkusuz solun kayıtsız kalamayacağı bir gelişme. "Terhane karşıtı" (anti-sweatshop) hareketin azımsanamayacak bir etkiye sahip olduğuna, farklı cephelerden hedef olduğu eleştiri okları yeterince dalalet ediyor. Son tahlilde aynı kapıya çıkmakla birlikte söz konusu eleştirileri iki başlık altında gruplamak mümkün.

Serbest ticaret şakşakçılarına göre; emeğin bol ve ucuz olduğu ülkelerin uluslararası ticaretteki mukayeseli üstünlüğü emek-yoğun imalat sanayiinde bulunduğundan, bu ülkelere Batılı müreffeh, post-endüstriyel toplumların çalışma koşullarını, emek ölçütlerini dayatmak isteyenler, kaş yapayım derken göz çıkarmaktadır. Üçüncü Dünya emekçilerinin lehineymiş gibi görünen bu tür uygulamalar, aşırı devingen ve kaprisli sermayeyi ürkütüp yatırımları kaçırtarak aslında emek aleyhine sonuçlar doğurmaktadır. Terhane-karşıtı seferberliğin kampüslerdeki hızlı yayılışı karşısında teyakkuza geçen, aralarında Jagdish Bhagwati gibi ünlü iktisatçıların bulunduğu bir grup akademisyenin, üniversite idarelerine hitaben kaleme aldıkları bir tebligatta dikkat çektikleri üzere: "Endişemiz şudur ki; şayet ÇUŞ'ler, tekstil çalışanlarına terhane-karşıtı örgütlerin yürüttükleri çalışmalarda münasip görülen ücretleri ödemeye razı edilecek olursa, neticede, bizzat yardım edilmeye çalışılan yoksul ülke işçilerinin kolektif refahını düşüren istihdam kaymaları yaşanacaktır." [4] O yüzden iyisi mi, "bırakınız yapsınlar."

Madalyonun öteki yüzündeyse; gelişmekte olan ülke yöneticileri, işverenleri ve dahi işçi örgütleri tarafından dile getirilen korumacılık ithamı yer almaktadır. Bu cenah Batılı muadillerini emekçi haklarını bahane edip ithalatı kısmaya çalışmakla, yani haksız rekabetle suçlamaktadır. Çalışma koşullarına ve ücretlerine uluslararası ölçütler getirme çabalarının, ABD gibi gelişmiş ülkelerin imalat sektöründeki ağır kan kaybıyla koşutluk arzettiğine işaret eden bu serzenişlerde haklılık payı yok değildir. Çin'in DTÖ'ye katılmasını protesto etmek için 2000 senesinde meydanlara dökülen ABD'nin en büyük sendikalar konfederasyonu AFL-CIO'nun asıl derdinin, komünist rejimin insan hakları ihlalleri mi, yoksa Çin rekabeti karşısında gittikçe küçülen yerli imalat sanayii mi olduğu tartışılır. İnternet üzerinden kendilerine ulaştırılan röntgenleri Batılı meslektaşlarından çok daha ucuza tahlil eden Hintli röntgen mütehassıslarının verdiği hizmetin "radyoloji terhaneleri" diye yaftalanması, terhane söyleminin hem beyaz yakalılara da sirayet ettiğinin hem de korumacı saiklere alet edilebildiğinin manidar bir örneğidir. [5] Terhane heyhulası ile korumacılık arasındaki ilişkiye bir başka örnek, sadece ABD'de ve insani koşullar altında üretim yapmasıyla övünen, adı üzerinde, American Apparel (Amerikan Giyim) firmasının son birkaç sene içerisindeki baş döndürücü yükselişidir. Firmanın 2002 yılındaki $30 milyonluk cirosu 2006 yılı sonu itibariyle ona katlanıp $300 milyonu bulmuştur!

Terhane söylemini sorunsallaştırmak amacı gütmekle birlikte, bu yazıdan maksadım serbest ticaretçilerin ya da korumacılık "mağdur"larının eleştiri kervanına katılmak değil. Zira, aşağıda izah etmeye çalışacağım üzere, bu yazının terhane söylemine yönelik eleştirisi, bu söylemin yandaşları kadar yukarıda bahsolunan muhaliflerini de karşısına almaktadır.

Sömürünün oryantalize edilmesi

Görüldüğü üzere, terhane söyleminin asli meselesi gelişmekte olan ülkelerin imalat sektörlerinde hakim olan insanlıkdışı çalışma koşullarıdır; "insanlık"ın kıstası ise gelişmiş Batılı ekonomiler ve onların emek pratikleridir. Çocuk işçi çalıştırmaktan aşırı fazla-mesaiye, tuvalet izni kullandırmamaktan cinsel tacize, yetersiz havalandırmadan bloke edilmiş yangın çıkışlarına uzanan çok uzun bir şikayet listesidir söz konusu olan. Peki, ne var bunda? Çalışma koşulları açısından bakıldığında dünyanın Batı'sı ile Doğu'su, Kuzey'i ile Güney'i arasından derin bir fay hattı geçtiği doğru değil mi ki?

Evet, doğru. Ve fakat asıl mesele, bu ve benzeri tesbitlerin doğruluğu ya da yanlışlığından ziyade terhane söylemi içerisinde yüklendikleri anlam ve işlev. Açalım.

Endüstriyel devrimin yüzbinlerce işçiyi çarklarında öğüttüğü 19. yüzyıl ortası Londra'sında yaşayan biri olarak Marx, "terhane"lerin hiç de yabancısı değildi kuşkusuz -- henüz o şekilde adlandırılmamış olsalar da. Nitekim dönemin fabrika teftiş raporlarından yaptığı uzun alıntılarla, Charles Dickens'ı bile yaya bırakacak bir sefalet tablosu çizer Marx Kapital'de:

Kadın işçiler arasında öyleleri var ki birkaç gün dışında ardarda birçok hafta, iki saatten az bir yemek paydosu ile sabah altıdan geceyarısına çalıştırılmaktadır; böylece haftanın 5 gününde kendilerine ancak eve gidip gelmek ve yatmak için (24 saatten) 6 saat kalmaktadır. [6]
Londra'nın mahut Bethnal Green semtinde her Pazartesi ve Salı günü her iki cinsiyetten 9 yaşında ve daha büyük çocukların, ipek fabrikatörlerine kendilerini kiraladıkları açık bir pazar kurulur. [7]
Didikleme fabrikalarındaki ciddi kazalar çok korkunç türdendir. Çoğu durumda vücudun bir kısmı gövdeden ayrılmakta, ya ölüme ya da yaşam boyu sürecek bir sakatlığa ve ıstıraba yol açmaktadır. [8]

Marx'ın tanıklık ettiği bu dehşetengiz koşullar günümüz terhanelerinkinden evla olmasa gerektir. Ne var ki Marx'ın derdi, alıntıladığı fabrika müfettişlerininki gibi, bu fenalıkları kataloglamak ya da ıslah etmeye çalışmak değildir. Zira ona göre bu çarpıklıkların tümü, kapitalist üretim biçiminin, diğer bir deyişle "ücret-köleliğinin" farklı tezahürleridir sadece. Sömürü; emekçinin çocuk yaşta çalıştırılması, kadın olarak istismarı, erkek olarak sakat bırakılması, vs. değil, kapitalizmin ta kendisidir. Bu üretim biçimi ve ona eşlik eden sınıf tahakkümü baki kaldığı sürece bu insanlık dramı da devam edecektir. Nitekim, Marx'ın "tarihte herşey iki kere vuku bulur" aforizmasını haklı çıkarmak için serpilmektedir adeta günümüz terhaneleri: 19. yüzyıl İngiltere'sinin "trajedi"si, 21. yüzyıl Çin'inin, Malezyası'nın, Türkiye'sinin "fars"ı olarak tecelli etmiştir yeniden. Kapitalizmi ehlileştirme, pansumanlama, "insancıllaştırma" çabalarının akıbeti ortadadır. Ortadadır ama terhane-karşıtı hareket ve genel olarak liberal humanizm, Marx hiç yaşamamışcasına, tekerleği tekrardan icat etmek için çırpınıp durmaktadır işte. Zaten ilk seferin trajedi, ikinci seferin fars diye nitelenmesi bu yüzdendir; ilkine, ilkinin acı tecrübesine rağmen tarih sahnesinde tekerrür eden ikinci, farsvari bir akıllanmamış gayretkeşlikle malûldur.

Fakat bu, salt bir akıllanmamışlık, körlük, safdillik meselesi değildir. Terhane söylemini kuran, benimseyen, dillendiren Batılı özne, "sömürü"yü, yoksul ülkelerin fabrikalarına mahsus bir fenomen olarak anlamlandırmak --diğer bir deyişle, oryantalize etmek-- suretiyle kendine, "öteki"ne kıyasla daha uygar, daha insanî, yani üstün bir kimlik biçmektedir. Bu hiyerarşiyi idame ettirmek için Marx'ın yaptığı canalıcı tesbiti, yani kendisinin de özünde "ücret-köleliği"ne talim ettiği gerçeğini bastırmak, yadsımak zorundadır. Aksi takdirde, sırf uzak coğrafyalarda gerçekleştiğine inandığı bir insanlık ayıbına, tüketici sıfatıyla ister istemez alet olmakla kalmayıp bir üretici olarak bizzat maruz kaldığının idrakine varması gerekecektir. Halbuki o hür, müreffeh bir Garp'lıdır; Şark'ın ne despotizmine katlanır ne de sömürüsüne. [9]

Marx'ın üzerinde ısrarla durduğu, kuramsal mesaisinin çok önemli bir bölümünü vakfettiği bu kapitalist sömürü mefhumuna, feminizm dolayımlı bir analojiyle açıklık kazandırmaya çalışalım. Bugün kimseye --bırakın feminist literatür ve/veya hareketle haşır neşir olanları, o tüm vasatların temsilcisi "sokaktaki adama" bile-- feminizmin meselesinin ev-içi şiddetten ibaret olduğunu iddia edemezsiniz. Edecek olursanız alacağınız cevap --muhtemelen sokaktaki adamdan değil ama-- üç aşağı beş yukarı şu mealde olacaktır: Halen çok yaygın ve yakıcı bir mesele olmakla birlikte ev-içi şiddet, erkek-egemenliğin muhtelif veçhelerinden biridir sadece. Dolayısıyla, erkek-egemenliği, onun en fiziksel, en mütecaviz dışavurumuna indirgemek, bu tahakküm biçiminin o denli sarih olmayan ama gayet sistemik diğer boyutlarını gözden kaçırmak; ve böylelikle onun kendini yeniden-üretmesine göz yummak demektir. Daha doğrudan söylersek, kadınlar dayak yemeden de erkek-egemenlik sürebilir (Burada "dayak yemek"ten kasıt, salt kötek değil, erkek-egemenliğin, eve kapatma, zorla cinsellik, namus cinayeti, vb. daha aşırı, uç ve bedensel biçimlerinin tümüdür). Bu malumu beyan kabilinden saptamayı yapmamın sebebi, Marx'ın kapitalist üretim ilişkilerine dair yaptığı çok benzeri bir saptamanın, ne yazık ki, günümüzde pek kimsenin malumu olmayışıdır. Halbuki Marx'ın, uzun uzadıya incelediği içler acısı fabrika koşullarından hareketle ama onlardan soyutlayarak vardığı netice, söz konusu feminist kavrayışla mühim bir koşutluk arzetmektedir: Nasıl "dayak"sız erkek-egemenlik olabiliyorsa terhanesiz sömürü de mümkündür.

Kısım başındaki soruya dönersek; kapitalizmi "iyi/kötü", "vahşi/müşfik", "terli/tersiz" diye ayrıştırmak mümkündür elbette, ama bu ayrım(lar)ın gördüğü ideolojik işlevlerin ayırdına varılmadığı takdirde, kazanan hep kapitalizm olacaktır. [10] Ya da belki kontra-atağa geçip şöyle sormak gerekir: Niye erkek-egemenliğin veya ırkçılığın "iyi"si ile "kötü"sü arasında ayrım yapmak fikri kadar yadırganmıyor, kapitalizmi muteber olan/olmayan diye tasnif etmek? Terhane söylemi eleştirisinden maksat işte tam da bu yadırgamazlığı yadırgatmaktır. Yukarıda değinildiği üzere, söz konusu söylem, sömürüyü kötü kapitalizm ile özdeşleştirip yoksul ülke emekçilerinin makus talihine hasretmek suretiyle, zımnen, ("iyi") kapitalizmi aklamakta ve böylelikle kapitalist üretim ilişkisine içkin temel adaletsizliğin üstünü örtmektedir. Ve yine yukarıda bahsolunduğu üzere, sömürüyü bu şekilde oryantalize ederek --yani, egzotik "öteki" ve onun gerikalmışlığıyla özdeşleştirerek-- Batılı özne, kendine yine bir medenileştirme vazifesi çıkarmayı becermiştir. Diğer bir deyişle, "öteki"nin insanlıkdışılığında kendi insanlığını görüp gönenir Batılı özne. Fakat bu ancak kendisi ile öteki arasındaki ortak paydanın, "ücret-köleliği"nin, inkârıyla mümkündür.

Sahi, ne oldu Üçüncü Dünya kapitalistine?

Sömürüyü yoksul ülkelerdeki çalışma koşullarına mahsus oryantal bir mesele olarak kodlayan bu söylemde Birinci Dünya emekçisine ve onun sınıf mücadelesine yer yoktur haliyle. Zira o, Francis Fukuyama'nın ünlü tabiriyle "tarihin sonu"ndan vakur bir edayla geride kalmış Doğu'lu, Güney'li garibanları izlemektedir. Ve fakat, kendine gelişmekte olan ülkelerdeki emekçi haklarını mesele edinmiş terhane söyleminde, gayet ironik ve manidardır ki, bir aktörün daha neredeyse esamesi okunmaz: Üçüncü Dünya işvereni. Bu aktörün silikleşmesi (figüranlaşması da diyebiliriz), sömürünün söz konusu söylem tarafından kavranış biçiminin kaçınılmaz bir neticesidir. Açalım.

Yazının başında değinildiği üzere, terhane söyleminde "sömürü"nün --yani gayrı-insani çalışma koşullarının-- müsebbibi ÇUŞ'lerdir. Emeğin daha ucuz ve itaatkârı peşinde dünyanın bir ucundan diğerine gezinen uluslararası sermaye, kendisini cezbetmek için çırpınan ülkeleri birbirine kırdırarak onları emek ölçütlerinde mümkün en asgari müştereğe çekmeye çalışmaktadır. Yerel emeğin küresel sermaye tarafından sömürüldüğü yollu --aslında gayet aşinası olduğumuz-- bu kavrayış, en yeni akademik formülasyonunu küresel meta zincirleri kuramında bulmuştur.

Gary Gereffi'nin başını çektiği 'küresel meta zincirleri' yaklaşımı, Dünya Sistemi Kuramı'nın bir uzantısı olup post-Fordist dönemde uluslararası işbölümünde cereyan eden trendleri açıklamaya yönelik bir çabadır. Buna göre:

Eski mal ve hizmet üreticisi dev ülkeler üretimden birer birer vazgeçerek etkinliklerini küresel üretimin planlanması, yönlendirilmesi, uluslararası marka tutundurma etkinlikleri ile? hizmetler sektörüne yönlendirmektedirler. Bunun yerine eski hammade ve yarı mamul mal üreticisi çevre ülkeler yüksek teknoloji ürünü mallar da dahil olmak üzere dünya üretiminde daha etkin bir rol üstlenmektedirler. [11]

Ne var ki, uluslararası işbölümündeki terfilerine rağmen çevre ülkeler aslan payını yine merkeze kaptırmaktadır. Bu gelişmelerin makro dinamiklerini irdelemek bu yazının harcı değil ama terhane söyleminde ayrıcalıklı bir yere sahip olduğu için tekstil/giyim sektörüne 'küresel meta zincirleri' perspektifinden kuşbakışı bir göz gezdirmekte fayda var.

Öncelikle, ulaşım ve iletişim teknolojilerinde son yıllarda kaydedilen ilerlemeler, uzak coğrafyalarda üretimi çok daha ucuz ve elverişli hale getirmiştir. Modadaki hızlı dönüşümlerin bir zamanlar çok zor ve masraflı kıldığı bu uzaktan üretim modeli artık hemen her türlü giyim eşyasına uygulanabilmektedir. Böylelikle ÇUŞ'ler, merkez ülkelerin pahalı, sendikalı işgücüne mecburiyetten kurtulmuş, imalatı çevre ülkelerdeki taşeron firmalara ve onların ucuz işçilerine kaydırmaya başlamıştır. [12] İmalatın cilvelerini çevre ülkelere havale eden ÇUŞ'ler, enerjilerini daha ziyade marka tutundurma çabalarına vakfeder olmuştur. Birbirinden aslında pek farkı olmayan (generic) ürünleri tüketici nazarında ayrıştırmaya yönelik imaj yaratma ve cilalama etkinlikleri (tasarım, pazarlama ve reklam) imalattan çok daha önemli bir konuma gelmiştir. Nike'nin Michael Jordan'a reklam kampanyası için ödediği meblağın o ayakkabıları üreten binlerce işçinin maaşına denk olması, markanın artık mamûle galebe çalar oluşunun tescilidir. Ne de olsa o ayakkabıları imâl edecek işçi her yerde bulunur ama Nike'nin meşhur 'swoosh'u bir tek Nike'a aittir. [13]

Terhane-karşıtı hareketin başarısının sırrı, ÇUŞ'lere taşeronlar karşısında neredeyse sonsuz bir pazarlık gücü veren logolarını onların aleyhine kullanmadaki hüneridir. Madem ki "imaj herşeydir", o vakit o imajı zedeleyecek kampanyaların dünya markalarına faturası da o denli ağır olacaktır. Bu sayededir ki terhane-karşıtı eylemciler ÇUŞ'leri, mamûllerinin üretim koşullarına dair sorumluluk almaya mecbur etmeyi becerebilmişlerdir. Bu şirketlerin nezdinde imalatın, halen tasarım ve pazarlamaya eşdeğer bir önemi haiz değildir belki ama eskisi gibi tamamen kulak ardı edilmesi de mümkün değildir artık.

Bu, terhane-karşıtı hareket adına takdire şayan bir başarıdır, kuşkusuz, ama çatışkıyı (antagonizma) küresel sermaye ile yerel emek arasında kuran söylemin kendisi önemli bir eksiklikle malûldur: Yerli işveren. Sömürüyü, Birinci Dünya sermayesinin Üçüncü Dünya emekçisini istismarı olarak anlayan/anlatan bu söylemde Üçüncü Dünya kapitalisti aradan sıyrılıvermekte; kendisine olsa olsa ÇUŞ'lerin maşası rolü biçilmektedir. Ve gayet iyi biliriz ki bu, bizatihi yerli işverenin çok benimsediği bir söylemdir, her başı sıkıştığında ona sığınır. Sigortasız işçi çalıştırır çünkü Çin'le rekabet belini bükmüştür; aşırı fazla-mesai dayatır çünkü Timberland siparişin yetiştirilmesi için çok az mühlet vermiştir; maaşları geciktirir, icabında hiç ödemez çünkü JC Penny's?O da işçileri kadar çaresizdir Batılı sermayenin kaprisleri karşısında; günü kurtarmak, şu "ekmeğini yiyen" garibanları aç açıkta komamaktır aslında tek emeli. Üstelik şimdi bir de bu terhane teranesi çıkmıştır başına. "Bırakmıyorlar ki yapsın". [14]

Kısacası, terhane söylemi, yerli ihracatçının çok işine gelir çünkü o söylemin tahayyül evreninde, Denizli ya da Shangai'daki yerel sınıf çatışkısını anlamlandıracak, karşılayacak bir kavram yoktur. Sömürü, küresel sermayenin yerli emekçiye zulmüdür; yerli işveren bu sürecin --sorsanız "gönülsüz"-- aracısıdır sadece. Halbuki, dünya piyasalarına arz edilecek o mamûllere, o mamûllerde cisimleşmiş (artık-) emeğe ilk el koyan yerli kapitalisttir. Doğru, uluslararası rekabet koşullarındaki değişimler doğrultusunda taşeron firmanın kârlılığı inip çıkacak, bu iniş çıkışlar gerek ücretlerin raici gerek çalışma şartları üzerinde tesir edecektir. Ne var ki tüm bu olgular, ne ortaya çıkan ürün üzerinde ilk hak sahibinin yerli kapitalist olduğu ne de bu sınıfsal konumu itibariyle yerli kapitalistin yerli emekle dişediş bir mücadele içerisinde olduğu gerçeğini değiştirir. Sömürüyü, bu mücadelenin bizzat kendisi değil de, onun ÇUŞ'lerin güdümünde büründüğü "terhanemsi" haller olarak sorunsallaştırmak suretiyle terhane söylemi söz konusu sınıfsal mücadelede, ironiktir ki, yerli işverenin elini güçlendirmektedir.

Sonuç

Bu yazıyı tamamına erdirmek için bilgisayar başına geçtiğimde yukarıdaki satırların meramına çok özlü bir şekilde tercüman olan bir gazete haberini e-posta kutuma düşmüş buldum tesadüfen. Haber, zamanında tütün şirketlerinden rekor düzeyde bir tazminat koparmış, şimdilerde Katrina felaketzedelerinin sigorta şirketlerine karşı hukuk mücadelesini yürüten Richard Scruggs adlı bir avukatı konu alıyor. Scruggs'ı üne kavuşturan ilk dava ise, kendi kasabasındaki bir tersanede asbestosa maruz kalıp akciğer hastalıklarından telef olan gemi işçileri adına yürüttüğü dava. Söz konusu haberde bu davaya ilişkin şöyle diyor Scruggs:

Zamanla, [işçilere] işveren tarafından nasıl muamele edildiğinin idrakine vardım; imalat sürecinde sarf olunacak herhangi bir girdi, adeta bir kaynak çubuğu gibi. [15]

Hatırlatalım, bu bir terhane değil, tersane; tarih 1980'lerin başı, 1880'ler değil; yer, Türkiye ya da Tayland değil, ABD. Diğer bir deyişle, terhane söyleminin başka bir zaman (kabaca 19. yy) ve/veya mekâna (kabaca küresel Doğu ve Güney) havale ettiği emek pratikleri, şimdi ve burada; çünkü kapitalist sınıf tahakkümü şimdi ve burada. Kıssadan hisse; emekçinin kendi ürünü ve üretim koşulları üzerinde bir tasarrufta bulunamadığı, üretim sürecine sırf "sarf olunacak herhangi bir girdi" vasfıyla dahil olunduğu "ücret-köleliği" devam ettikçe ne Batılı tüketicinin ne de Batılı şirketlerin insaniyeti fayda edecektir dünya emekçilerine. Aksine, bu nevi hayırsever çabalar ve söylemler, ne denli iyi niyetli olursa olsunlar, Marksist sınıf perspektifinden yoksun oldukları müddetçe, kapitalist sömürünün insancıllaştırılabileceği ideolojisine bilfiil hizmet ediyor olacaklardır. Dahası, sömürüyü ÇUŞ'lerin uzak coğrafyalardaki gariban işçileri suistimali olarak anlamlandırmak suretiyle oryantalize eden böylesi yaklaşımlar, hem Birinci Dünya emekçisini hem Üçüncü Dünya kapitalistini ekonomik adalet mücadelesinin dışına itmektedir.

...

Yazıyı iki defa sonlandırma pahasına, yukarıda dillendirmeye çalıştığım terhane söylemi eleştirisinin, insan hakları söylemine yönelik, daha genel bir eleştirel çerçeve içine oturtulabileceğini düşündüğümü belirtmeden geçemeyeceğim. Fransız düşünür Alain Badiou'nun Türkçe'ye de kazandırılmış olan Ethics adlı eseri bu bakımdan bir manifesto mahiyetinde kanımca. [16] Kitabın altbaşlığı olan "Kötülük kavrayışı üzerine bir deneme" ifadesinin işaret ettiği üzere Badiou'nun insan hakları söylemiyle asli meselesi, o söylemin kötülüğü kavrayış biçimi, daha doğrusu sadece ve sadece kötülüğü kavrayabilir oluşudur. Bu durum, yukarıda "tarihin sonu" diye değindiğimiz anlayış ve inancın bir tezahürüdür aslında. Doğu Blok'unun çöküşüyle birlikte, tüm kusurlarına ve çürümüşlüğüne rağmen reel sosyalizmin barındırdığı ütopik umutlar suya düşmüş, (neo-) liberal parlamenter kapitalizme alternatif her tür siyasi tahayyül ya hayalperestlik diye hakir görülür ya da totalitaryanizm/fundamentalizm diye afaroz edilir olmuştur. Badiou'ye göre, insan hakları söylemi işte bu alternatifsizlik halinin, nihilist zamanlarımızın bir semptomudur. Pozitif bir alternatif toplum modeli, yani "iyi", üzerinden düşünmenin neredeyse bir tabu halini aldığı günümüzde artık elimizden tek gelen "kötü"yü teşhis ve mümkün mertebe ıslah etmektir, örn. açlık, yoksulluk, işkence, terör, AIDS, vs. Öyleyse, bu yazının sorunsalını, söz konusu örneklere bir halka daha eklemek olarak formüle edebiliriz bir bakıma[17]: Terhaneler. Kapitalizmin bir öte(ki) si (Badiou'nun terimiyle "iyi"si) olmadığına göre, onun "kötülük"lerini ifşa ve terbiye etmekten başka çare yok demektir. Kapitalist üretim biçimini değiştirmeye kalkmak gibi bir gaflet ve dalalet içine --bir kez daha-- düşmeyeceğimize göre...

Dolayısıyla, bir zamanların "Ya Sosyalizm ya Barbarlık!" sloganını distopik ve kinik günümüze şöyle uyarlayabiliriz herhalde: "Ya Terhaneler ya Gulag!"

Notlar

[1] Bildiğim kadarıyla "sweatshop" teriminin yerleşik bir Türkçe karşılığı yok; bu yüzden TDK'cılığa soyunup "terhane" gibi yeni bir kelime icat etmek gereği doğdu. Terhane, "sweat" (ter/lemek) ve "shop" (hane/dükkân) kelimelerinin Türkçe karşılıklarının bileşiminden ibaret, birebir bir çeviri aslında. Ve fakat uyandırdığı "kerhane" çağrışımı, terimin İngilizce'de taşıdığı müstehcenliği, gayrı-ihtiyari de olsa, çok iyi aksettiriyor kanımca.

[2] Terhaneler karşısında duyulan bu vicdan azabı tüketici anketlerine de yansıyordu. U.S. News and World Report'un 1996'da düzenlediği bir ankette katılımcıların %70'i terhanelerde üretilmediği garantisine karşılık aynı ürüne birkaç dolar daha fazla vermeye razı olduklarını belirtmişti.

[3] Benim terhane-karşıtı hareketle ilk münasebetim 2000'lerin başında, Türkiye'de faaliyet gösteren bu denetim ekiplerinden birinde yer alarak oldu. Bu vesileyle biri konserve, biri çanta, ikisi deri giyim, biri tekstil olmak üzere irili ufaklı toplam 5 işletmede onlarca işçiyle yüz yüze mülakat yapma fırsatım oldu. Söz konusu denetim ekibinin başı olan ve şimdilerde aynı sektörden başka bir STK'nın bölgesel koordinatörlüğünü yürüten arkadaşımın dediğine bakılırsa, yıllar önce beraber teftiş ettiğimiz işletme idarecileri artık iyice bu tür denetimlerin kurdu olmuşlar; görünüşü kurtarmaya yönelik her türlü tedbiri almayı öğrenmişler.

[5] Andrew Pollack, Who is Reading Your X-Ray? The New York Times, 16 Ekim 2003.

[6] Karl Marx, Kapital (Birinci Cilt), Sol Yayınları, 1986, s. 351.

[7] Marx, a.g. e., s. 345.

[8] Marx, a.g. e., s. 413.

[9] Bu yüzden ona, metropolün bağrında da (örn. New York'un, Los Angeles'ın tekstil muhitlerinde) terhanelerin barınabildiğini göstermek beyhudedir. Zira onun için bu metropol terhaneleri, istihdam ettikleri göçmen işçiler ile sabit olduğu üzere, çevre ülkelerdeki "hakiki" terhanelerin birer kopyasıdır; coğrafi manada burada olsalar da esas itibariyla "ora"ya aittirler. Keza, aynı itirazı tersten dillendirmek, yani çevre ülkelerin imalat sektörlerinde birçok Batı standartlarında işletmenin de faaliyet gösterdiğini öne sürmek de nafiledir. Çünkü, Edward Said'in ikaz ettiği üzere: "Oryantalizmin, hakkındaki gerçekler açığa vurulunca dağılıp gidiverecek sırf yalanlar ve mitlerden müteşekkil bir yapıdan ibaret olduğunu zinhar varsaymamak gerekir". (Edward Said (1978), Orientalism, New York: Vintage Books, s. 6).

[10] Bu ikiliklere daha bilindik bir örnek "gelişmiş/azgelişmişlik" ayrımıdır. "İyi/kötü" ya da "vahşi/evcil" kadar keskin normatif bir ayrım olmamakla birlikte bu karşıtlık aslında hiç de göründüğü kadar nesnel ve masumane bir kategorileştirme değildir. Nitekim, Paul Baran, Andre Gunder Frank gibi isimlerle anılan Bağımlılık Okulu, son tahlilde, 'azgelişmişlik' söyleminin gördüğü ideolojik perdeleme işlevinin eleştirisidir. Gelişmiş kapitalizmin azgelişmiş kapitalizmin geleceği, ya da tersten söylersek, azgelişmiş kapitalizmin, gelişmiş kapitalizmin geçmişi olduğu şeklindeki linearist (düz çizgici) tarih anlayışını sorgulayan Bağımlılık Okulu, kapitalizmin bu iki varyantı arasında sembiyotik bir ilişki olduğunu; dolayısıyla da, azgelişmiş ülkelerin, gelişmiş olanların geçtiği safhalardan ilerleyerek zamanla bugün onların bulunduğu refah seviyesine ulaşacakları fikrinin mesnetsiz olduğunu ileri sürer. Zira "azgelişmişlik", hiçbir zaman salt "azgelişmişlik" değildir; içinde "geri bıraktırılmışlığı" da barındırır.

[11] Ahmet Alpay Dikmen, "Küresel üretim, moda ekonomileri ve yeni dünya hiyerarşisi", Toplum ve Bilim, 86, ss. 287-88.

[12] Söz konusu üretimi dışsallaştırma (outsourcing) eğilimi, Aziz Çelik'in bu sayıda yer alan yazısının başında "Nikefication" ("Nike'laşma") diye değindiği olgudur.

[13] Aras Özgün yine bu sayıda yer alan yazısında söz konusu duruma başka bir sektörden çarpıcı bir örnek vermektedir: "Mesela (sanırım sadece teknik olmayan nedenlerle) tasarım, medya vs. türü işlerle uğraşanların tercih ettiği bir bilgisayar markası olmasından dolayı, bu şekilde bir "yaşam biçimi"yle özdeşleşen bir marka olan Apple kullanıcısı farkedecektir ki aldığı her yeni bilgisayarın kutusundan çıkan parçaların üretim yerleri bir öncekinden (ve çoğunlukla bir diğerinden) farklıdır; "made in...", İrlanda, Çin, Tayvan vs. yazar parçaların üstünde ufak puntolarla. Fakat her yeni kutuyu açtığınızda üzerindeki gözden kaçması mümkün olmayan kocaman yazı size "Kaliforniya'da tasarlanmıştır" ("Designed in California") demektedir."

[14] Yerli ihracatçının kabahati hep ÇUŞ'lerde bulması, hükümetlerin acı reçeteleri hep IMF'ye fatura etmesine benzer. IMF ve diğer küresel aktörler sütten çıkmış ak kaşık değiller, kuşkusuz, ama kimi zamanlar, yerli aktörlerin arkalarına sığındıkları birer mazeret, paravan görevini gördüklerini de teslim etmek gerekir.

[15] Joseph B. Treaster, A Lawyer like a Hurricane, The New York Times, 16 Mart 2007.

[16] Alain Badiou (2004), Etik: Kötülük kavrayışı üzerine bir deneme, Çev. Tuncay Birkan, İstanbul: Metis Yayınları.

[17] Ve fakat bu yazının bir meramı daha var --ki bu kanımca Badiou'nun yeterince vurgulamadığı ama insan hakları söyleminin bütünlüklü bir eleştirisi açısından canalıcı bir husus: Oryantalizm. Zira insan hakları söylemi, kökeni ve geneli itibariyle, "kötü"yü gerikalmış, Batılı-olmayan haller/pratikler olarak anlamlandırmaya yatkındır. Badiou'nun, insanı ancak yardımına koşulası, acz içinde bir mahlukat olarak kavradığı için eleştirdiği insan hakları söylemindeki tipik insan aslında zımnen Batılı-olmayan ötekidir.

Birikim 217, Mayıs 2007
 
  arama     rss-feed    bize yazın    harita metot    ENGLISH