körotonomedya > türkçe > theoria
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

İktisadın Emeğinden Emeğin Siyasi İktisadına

Yahya M. Madra

Giriş

Emek olgusunun, daha doğrusu neye tekabül ettiği üzerinde pek de bir uzlaşma olmayan emek göstereninin iktisat disiplini içinde son derece kilit bir konumu var. Bu yazıda, olabildiğince özetle, bu konumun önemini, emeğe yüklenen farklı anlamlara ve bunlar arasındaki geçiş ve çatışkılara dikkat ederek, ele almaya çalışacağım. Yazının temel çıkış noktası, tüm farklı ve çelişkili anlamlandırılmaları ile emek göstereninin iktisat disiplininin varolmayan bütünlüğünün semptomu, yani, iktisat disiplinini en temelinden, kuruluşundan etkileyen bir yarılmanın (imkânsızlığın) imleyeni olduğudur.

İktisat disiplininin (emek kavramının farklı telaffuzları, farklı anlamlandırılmaları hattında) yarılmış olduğunu ilk iddia eden ben değilim. Örneğin, yirminci yüzyılın ilk yarısında Marksist mercekten yazan bir iktisatçı olarak Maurice Dobb'a göre iktisat disiplini daha Adam Smith'den bu yana ikiye bölünmüş durumdadır.[1] İngiliz Komünist Partisi'nin üyesi, Cambridge iktisat profesörü Dobb'a göre, fay hattının beri tarafında, adını ilk Adam Smith'in koyduğu, David Ricardo'nun sistematikleştirdiği ve Karl Marx'ın kelimenin tam anlamı ile toplumsallaştırdığı, sırtını "üretken eylemin nesnelliğine" dayayan emek-değer kuramı vardır. Fay hattının öte yakasında ise, bir kaynağını Jeremy Bentham'ın "fayda" (utility) kavramından, bir diğerini de (yine) Adam Smith'in "görünmez el" teoreminden alan, ama aslında ondokuzuncu yüzyılın sonlarında İngiliz iktisatçı Stanley Jevons, Lozan ekolünden Leon Walras ve Avusturya ekolünden Carl Menger tarafından, aşağı yukarı aynı anda, fizik alanındaki gelişmelerden ilhâmla formalize ettikleri, sonradan Alfred Marshall ve John Hicks tarafından sistematikleştirilen/kanonlaştırılan, "tüketimi ve talebi belirleyen bir öznellik" anlayışına çapalanmış neoklasik iktisadın fayda-değer kuramı bulunur. Dobb'a göre iktisat disiplini içinde (kuramsal) sınıf mücadelesi işte bu hat üzerinde verilecektir: Emek-değer kuramı proletaryanın sermaye tarafından sömürülüşünü görünür kılarken, fayda-değer kuramı burjuvazinin çıkarlarını pekiştiren, onun egemenliğini yeniden üretmeye meyilli ve toplumsal ahengi öne çıkaran bir ekonomi bilgisi sunar.

Ve fakat, benim bu yazıda çerçevelemeye çalışacağım yarılma Dobb'un kastettiği "nesnel" (ve "bilimsel") emek değer kuramı ile "öznel" (ve "ideolojik") fayda değer kuramı arasındaki yarılma ile tam olarak örtüşmüyor. Kuşkusuz, Dobb'un tarif ettiği "disipliner kamplaşma" disiplinin varolmayan bütünlüğünün, kurucu (constitutive) imkânsızlığının aldığı biçimlerden birisi. Ama, iki temel nedenden dolayı Dobb'un tarif ettiği saflaşma "disiplinin imkânsızlığı" kavramı ile ifade etmeye çalıştığım durumun hakkını tam olarak veremiyor. Birinci olarak, Dobb'un yazdığı günden bugüne iktisat disiplininin çehresi çok değişti. Disiplin hâlâ kurucu bir imkânsızlıkdan mustarip ama Dobb'un tarif ettiği saflaşmadan disiplini baştan başa yaran ciddi bir çatışkı olarak sözetmek mümkün değil. Her ne kadar üniversitelerde "İktisada Giriş" derslerinde okutulan kanonik model ondokuzuncu yüzyıl sonu, yirminci yüzyıl başı Jevons, Walras, Marshall, Edgeworth karması marjinalist fayda değer kuramı olsa bile, lisansüstü ve araştırma seviyesinde yapılan iktisadi bilgi üretimi stratejik karar verme süreçlerini, bilgi eksikliklerini, kurumsal etkenleri, stilize edilmiş rasyonalite arızalarını ve psikolojik anomileri çözümlemelerine dahil eden matematiksel modellerin permütasyonuna yönelmiş durumda. Dahası, neoklasik iktisadın bazı temel önerilerinin eleştirisinin neredeyse güncel anaakım iktisat üretiminin olmazsa olmazı haline geldiğini iddia edenler bile var --kuşkusuz, aşağıda görüleceği üzere, mevzu eleştiriden neyin kastedildiğinde düğümleniyor. Gözümüzü artık iyice sağa kaymış merkezden disiplinin sol cenahına kaydırdığımızda gördüğümüz tablo da Dobb'un çizdiğinden oldukça farklı bir durum arzediyor. Günümüzde artık çok az sayıda iktisatçı fiyatların oluşumunu emek değer kuramını kullanarak açıklamaya çalışıyor. Altmışlı, yetmişli yıllarda Sraffacı üretim modellerine duyulan ilgi sayesinde emek-değer kuramı bir süreliğine canlandı canlanmasına ama seksenli ve doksanlı yıllarda bu araştırma nehri kendini, soyut emek zamanı cinsinden belirlenen değerlerin fiyatlara dönüşümü probleminin matris cebiri içinde kurutmayı başardı.[2]

Sınıf mücadelesinin ekonomik, kültürel ve siyasi düzlemlerde önemini yitirdiği iddiasının neredeyse yeni bir dogmaya dönüştüğü günümüzde, iktisat disiplinin topoğrafyasındaki bu önemli değişimler, insana sınıf mücadelesinin disipliner/kuramsal düzlemde de aşıldığına dair bir izlenim verebilir. Ne var ki, eski kutuplaşmaların aşıldığı, yeni bir çoğulculuğun egemen olduğu iddia edilen[3] bu yeni disipliner düzen içinde dahi, emek olgusu neoklasik iktisadın temel düsturlarının belirlediği çerçeve içinden görüntülenmeye devam ediyor. Doğru, günümüzde çerçeve yüzyıl başındaki halinden çok daha geniş ve resim çok daha detaylandırılmış durumda. Ama çizilen resim hâlâ neoklasik iktisadın toplumsalı ahenkleştirici ve çelişkileri örtücü itkilerinin etkisinden kopabilmiş değil. Tam da bu yüzden, yani toplumsalı çelişkisiz ve ahenkli bir bütün olarak tanımlamaya devam ettiği için, anaakım iktisadın uygulayıcısı özne (iktisatçılar) ve kurumlar (iktisat bölümleri, dergileri ve iktisadi araştırma enstitütüleri) disiplin içindeki çelişkileri önplana çıkaran aykırı seslerin boğulmasına neden oluyor. Psikanalitik söyleme göz kırpan bir ifade ile söylersek, disipliner düzen değişmiş olmasına rağmen, "emek" göstereni anaakım iktisadi söylem içindeki görüntülenişi itibari ile iktisat disiplinin olmayan bütünlüğünün semptomu olmayı sürdürüyor.

Bu yazıda önerilen çözümlemeyi Dobb'un çizdiği tablodan ayıran ikinci bir neden daha var. Yukarıda da not düşüldüğü üzere, Dobb ve diğer bir çok geleneksel Marksist iktisatçıya göre emek-değer kuramı hem kapitalist sömürünün bir muhasebesini sunar hem de iktisatçıların aklını daha ortaçağdan beri kurcalayan "fiyat" meselesine maddeci (ve dolayısıyla "nesnel" ve "bilimsel") bir açıklama getirir. Burada beni kaygılandıran sadece Dobb'un nesnellik ve bilimsellik iddialarını motive eden pozitivizm değil. Evet, gerçekliğin simgesel düzlem içinde kurgulandığı düsturunu çıkış aldığımız vakit nesnellik ve bilimsellik iddiaları tüm kesinlik ve evrenselliklerini yitirir. Ancak, Dobb'un önerdiği "disipliner kamplaşma" modeli ile bu yazıda açımlayacağımız "disipliner imkânsızlık" modeli arasındaki ikinci ayrışma noktası, kamplaşma modelinin son tahlilde disipliner bütünlüğü bir imkân olarak kabul etmesinde yatıyor. Zaten emek-değer kuramına atfedilen nesnellik/bilimsellik iddiaları ile imâ edilen de budur: Disipliner kamplaşmanın aşılması ve dolayısıyla disipliner bütünlüğün tesisi ancak nesnel ve bilimsel olan bir fiyat kuramının, yani emek-değer kuramının disipline egemen olması ile mümkün olur. Disipliner kamplaşma modeline göre "emek" kavramı ne bir yarılmanın imleyicisi ne de disipliner bir imkânsızlığın semptomudur. Tam tersine "emek" göstereni disiplinin bütünleşmesinin kaybolmuş anahtarıdır ve bu anahtarın tek sahibi de Marksist değer kuramıdır.

Bu denemenin temel kaygısı, emek gösterenini iktisat disiplininin varolmayan bütünlüğünün imleyicisi, imkânsızlığının semptomu olarak okumak ve bu okumayı zemin alarak emeği özcülüğe kaçmadan sahiplenen sosyalist bir siyasetin ve o siyaseti besleyecek siyasi bir iktisadın mümkünlük koşullarını saptamaktır. İşimizi biraz olsun kolaylaştırabilmek için tartışmayı kabaca üç ayrı safhaya ayırmakta fayda var. Birinci olarak, iktisat disiplinin olmayan bütünlüğünden neyi kastetiğimi açıklamaya çalışacağım. Burada, iktisat disiplininin imkânsızlığı kavramını kurgularken, iktisat disiplininin oluşum, dönüşüm ve yeniden üretim süreçlerine tâbi, varlığı ve ("sınıf" mücadelesinde) ağırlığı olan somut bir kurum olduğu gerçeğini gözden kaçırmamak gerekiyor. Bu maksatla disiplinin, tüm iç çatışkılarına rağmen nasıl birarada durduğunu açıklamaya çalışacağım. İkinci olarak, neden bir başka gösterenin değil de emek göstereninin disiplinin imkânsızlığının (ve dolayısıyla imkânının) semptomu olduğunu açıklamaya çalışacağım. Bu savımı ikna edici kılabilmek için emek kavramının (anaakım) iktisat söylemleri içinde nasıl gölgelendiğine değil nasıl görüntülendiğine bakacağım. Çünkü herhangi bir göstereni semptomlaştıran onun söylem düzlemindeki yokluğu değil, tam tersine varlığının aldığı biçimdir. Ve son olarak, salt disiplinin değil, en geniş anlamı ile "toplumun imkânsızlığını" çıkış noktası alan ve özcü olmayan bir siyasi-iktisadın neden disiplinin varolmayan bütünlüğünün imleyicisi olan emek göstereni ile "özdeşleşmesi" gerektiğini anlatmak gerekiyor. Çünkü son tahlilde eğer amaç karşımıza aldığımız düzenin varolmayan bütünlüğünü gözler önüne sermek ve onun üzerine (tikel) bir bütünlüğün deli gömleği giydirilircesine dayatılmasına karşı çıkmak ise, bunun yolu düzene, düzenin imkânsızlığının semptomu olan gösterenin konumundan bakabilmenin pratiğini geliştirebilmekten geçer.

Kuramsal hümanizma: İktisat disiplininin egemen kuramsal sorunsalı

İktisat disiplini, disiplinin egemenlerinin tüm türdeşleştirme ve türdeşmiş gibi gösterme çabalarına rağmen, son derece ayrışık ve tek bir tanım etrafında bütünleştirilemeyecek bir yapıya sahip. İktisat disiplini, bireyci söylemlerden toplumsal bütünü ve kurumları çıkış alan söylemlere, oyun kuramcı yapısalcılıktan ekonometrik yapısalcılığa, rasyonalist pozitivizmlerden deneyselci pozitivizimlere, devlet-müdaheleci yönelimlerden piyasacı eğilimlere, binbir çeşit parçadan oluşmuş bir yamalıbohçaya benziyor. Ve fakat, eğer disiplin son derece ayrışık ve bütünleşmemiş bir yapı ise, nasıl oluyor da "iktisat disiplini" tabirini kullanabiliyoruz? Jacob Viner'in verdiği o meşhur "iktisat bilimi iktisatçıların yaptıklarından oluşur"[4] türünden nominalist (Wittgensteincı) bir yanıt uygun bir başlangış noktası teşkil etmekle birlikte, "İktisat disiplinini disiplin yapan nedir?" sorusuna verilecek kapsamlı bir yanıt için tek başına yeterli olamaz. Doğru, iktisat disiplini içindeki farklı okulları ve gelenekleri birbirine kenetleyen muhakkak hem farklı geleneklerden gelen iktisatçıların aynı kurumlarda ve fakültelerde birarada çalışmak durumunda kalmaları, hem de ürettikleri, kullandıkları, ödünç aldıkları ve yeniden ürettikleri kavramların birbirleri ile bir "aile benzerliği" ilişkisi içinde olması. Ve fakat, bu tür nominalist/Wittgensteincı yanıtlar hem kuramsalı ve onun gösteren-kuruculuğunu (performativity) gölgeliyor ve önemsizleştiriyor hem de kurumsal olanın oluşum sürecini raslantısallaştırıyor.

Kanımca, "farklı okulları ve gelenekleri birbirine kenetleyen nedir" sorusuna, kuramsalcılığa (ve/veya rasyonalizme) düşmeyen ama meselenin kuramsal boyutlarını da gözden kaçırmayan bir yanıt verebilmek için dikkatlerimizi Louis Althusser'in "kuramsal sorunsal" (theoretical problematic) kavramına yöneltmemiz gerekiyor.[5] Kuramsal sorunsal kavramı sayesinde, birbirinden farklı, aralarında bir "aile benzerliğinden" başka bir şey yokmuş gibi gözüken bir dizi iktisadi yaklaşımın hem birbirleri ile olan bağlarını görebiliyor hem bunları ortak bir öze indirgeme hatasına düşmemiş oluyoruz. Althusser'e göre bilgi üretimi, tanım gereği, ancak bir kuramsal sorunsalın açtığı söylem alanı içinden gerçekleşebilir. Kuşkusuz "sorunsal" hep sonradan, alan açıldıktan ve sorulan sorulara verilen cevaplar belli bir birikime eriştikten sonra netleşir. Zaten bir sorunsal her zaman, ona verilen cevapların varolmayan nedeni (absent cause) olarak, sonradan belirir. Sorular ve cevaplar biriktikçe, sorular ve cevapların bilinç-dışı bir biçimde etrafında dolandıkları bir sorunsal da yavaş yavaş belirir. Tam da bu yüzden "sorunsal" denilen aslında disiplini oluşturan metinlerin bilinç-dışından başka bir şey değildir.

Öyleyse, iktisat disiplinini bir disiplin olarak diğer disiplinlerden ayıran ve farklı okulları ve gelenekleri birbirine kenetleyen asli unsur, ortak bir kuramsal sorunsaldır. Ve eğer yakın dönem iktisat tarihini burada kaba hatlarını çizmeye çalıştığımız çerçeveden yazacak olursak, gerek ellili altmışlı yıllardan bugüne egemenliğini sürdüren neoklasik söylemin gerek onun yüzyıl sonunda parçalandığı alt-okulların, çevresinde dolandıkları ortak kuramsal sorunsal şu şekilde tanımlanabilir: Akılcı bireylerin bağımsız tercihleri hangi koşullar altında ahenkli ve akılcı bir toplumsal bütünlükte birleşir? Bireyin ve toplumun mümkünlük koşulları nelerdir?

Tekrar tekrar altını çizmekte yarar var: Bu kuramsal sorunsal çevresinde dolanan farklı okulların ne verdikleri cevapların birbirleri ile örtüşmeleri gerekiyor ne de bu sorunsalı telaffuz ediş biçimlerinin benzer olması. Bu noktanın önemini idrak edebilmek için yukarıda tanımlanan sorunsalın Althusserci gelenekteki adının "kuramsal hümanizma" olduğunu anımsamak yeterli olacaktır. Althusser'e göre hem genç Marx hem de onun "yabancılaşma" üzerine yazdıklarını çıkış alan birçok Marksist alt-gelenek toplumu (en azından bir erek olarak) ahenkli bir bütünlük ve bireyi ise (bir olasılık olarak) saydam bir öz-bilinçlilik olarak tanımlayan kuramsal hümanist felsefi yönelim (kuramsal sorunsal) içinden bilgi üretir (Althusser'in Marksist gelenek içerisindeki eğreti ve ayrıksı yeri işte tam da onun bu "kuramsal hümanizma" eleştirisinden kaynaklanır). Öyleyse, Marksgil bir söylem de pekâlâ neoklasik bir söylemle aynı kuramsal sorunsalı paylaşabilir, o sorunsalın açtığı alan içinde üretimde bulunuyor olabilir.

Öte yandan, kuramsal hümanizmanın iktisadi düşünce okulları arasındaki metodolojik, epistemolojik ve kimi durumda ideolojik farklılıkları aşan niteliği, bize bu felsefi yönelimin iktisat disiplini içindeki tek olası yönelim olduğu izlenimini vermemeli. Kuşkusuz, kuramsal hümanizma disiplini disiplin yapan sorunsalın adıdır. Ama disiplin içinde bu sorunsala eleştirel bakan ve farklı bir sorunsal içinden üretim yapan bir damar da mevcuttur. Nitekim, aşağıda tartışılacağı üzere, "iktisadın emeği"nden "emeğin siyasi iktisadı"na geçiş ancak bu öteki sorunsalın hatırlanması, bu damarın kuramsal hümanizmanın gölgesinden çekilip gün ışığına çıkarılması ile mümkün olacaktır.

Bitmeyen tartışma: Plan mı, piyasa mı?

İktisadın emeği ile emeğin siyasi iktisadı arasındaki farka gelmeden, tartışmayı biraz olsun somutlaştırmak için adını kuramsal hümanizma olarak koyduğumuz sorunsalın iktisat disiplini içindeki farklı tezahürlerinden en azından bir kaçına bakmakta fayda var. İlk örnek olarak, iktisat disiplini açısından kurucu niteliğe sahip ve yirminci yüzyılın başından beri farklı kuramsal ve kurumsal bağlamlarda tekrar tekrar sahnelenen bir tartışmayı, "sosyalist hesaplama tartışması"nı ele alalım.[6] Kısaca anımsatmak gerekirse tartışma, yüzyılın başında, bir dizi sosyalist eğilimli, mühendis formasyonlu Walrasgil iktisatçının şu soruyu sorması ile başlar:

Eğer ekonomiyi Lozanlı iktisatçı Leon Walras'nın yaptığı gibi çok sayıda bireyin, çok sayıda emtia için rasyonel bir biçimde tanımladıkları bireysel arz ve talep fonksiyonlarını aynı anda ve birbirine bağlantılı olarak dengelemeye çalıştıkları bir sistem olarak tahayyül edersek, bu ekonomiyi çok denklemli bir matematiksel sistem olarak modellemek mümkün olur. Dolayısı ile bu çok bilinmeyenli matematiksel sistemi çözecek olan çözüm vektörü aslında tüm bireysel arz ve talep fonksiyonlarını aynı anda dengeye getirecek ve ekonomiyi genel bir dengeye ulaştıracak fiyat vektörüdür. Peki, madem ki genel denge basit bir "hesaplama" sorunu, bunu neden piyasaların dalgalanmalarına, belirsizliklerine ve ayarlanma süreçlerine bırakmakta ısrar ediyoruz? Bu hesaplamayı, piyasaların ağır aksak, el yordamı ile genel dengeyi sağlayacak fiyat vektörünü "hesaplamasını" beklemeden, çok daha etkin bir biçimde, merkezi bir planlama komitesi, bireylerin arz ve talep fonksiyonlarına ilişkin gerekli bilgiyi toplayarak yapamaz mı?

Bu soruya yirmili ve otuzlu yılların sisleri arasından Ludwig von Mises ve Fredrich von Hayek gibi Avusturyalı piyasa sevdalılarının verdiği yanıt net bir biçimde olumsuz idi. Örneğin, Hayek için sorun ekonomiyi temsil eden çok bilinmeyenli denklemin çözülüp çözülememesinden ziyade (ki bu sadece matematiksel bir sorundur ve yüzyıl ortasında Kenneth Arrow ve Gérard Debreu gibi matematik eğitimi almış iktisatçılar tarafından çözülecektir), böyle bir hesaplamaya malzeme olacak bilginin kendisinin ancak piyasa (rekabet) süreci içinde ortaya çıkacak olmasında yatmaktaydı.

Burada öncelikle altının çizilmesi gereken husus, tartışmanın Walrasgil neoklasik iktisatçılar ile Avusturya ekolünün temsilcileri arasında geçen bir tartışma olduğu. Başka bir deyişle, "plan mı, piyasa mı?" tartışması her ne kadar iktisat disiplinin başat tartışması olsa da, aslında iktisat disiplini içinde ortak bir kuramsal sorunsalda birleşen, modernist bir ana-damarın iki alt-geleneği arasında geçen bir tartışmadır. Burada sosyalist planlama tartışmasına aile benzerliği olan bir başka örnek olarak, gene otuzlu yıllarda, bu sefer arzın kendi talebini yaratacağına inanan neoklasiklerle kapitalizmin koruyucu meleği John Maynard Keynes arasındaki tartışmayı gösterebiliriz. Her ne kadar bu tartışmanın somut bağlamı para politikalarının bir işe yaramadığı Büyük Buhran yılları olsa da, aslında bu tartışma da bir "plan mı, piyasa mı?" tartışmasıdır. Bugün bile farklı biçimlerde sürekli yinelenerek sahnelenen plan-piyasa tartışmalarında birbirinin boğazına kenetlenen ve birbirinden bir çok açıdan farklılaşan iktisadi düşünce okullarını (Walrasgil sosyalistler, Avusturyalı piyasacılar, Keynesgil devletçiler) bir arada tutan unsur, verdikleri cevaplar değil yanıtlamaya çalıştıkları sorudur: Kaynak dağıtımını nasıl düzenlemeliyiz ki, toplumsal uyumlu bir bütünlük olarak bir arada tutulabilinsin? Veya, başka bir ifade ile, ekonomik değerlerin bireylerin arasındaki dolaşımı nasıl düzenlenmeli ki toplumsal seviyede "akılcı" bir düzen oluşturulsun? Ya da, daha felsefi bir ifade ile, toplumu nasıl mümkün kılabiliriz? Gerek bu soruların gerek neoklasik iktisatçıların yanıt aradıkları akılcı bireylerin bağımsız tercihlerinin gene akılcı bir biçimde eşgüdümlenmesi sorunsalının çıkış noktası toplumsalın (ve dolayısıyla bireyin) bütünlüğünün mümkünlük dahilinde olduğuna olan inançtır.

Toplumun imkânsızlığı ve Marx'ın ekonomi politik eleştirisi

Altını çizelim; bugüne değin, iktisat disiplini içinde Marksist gelenek dışında hiç bir gelenek net bir biçimde, (gene Gramsci-Althusser geleneğinden gelen Ernesto Laclau'nun ifadesiyle) "toplumun imkânsızlığını"[7] ontolojik bir soru olarak sormadı. Marksist gelenek --ki o da kuramsal hümanizme düştüğü ölçüde bu eleştirel mevzisini kaybeder-- dışındaki tüm iktisadi okullar ilkesel olarak toplumsalı ahenkli bir bütünlük olarak tanımlar ve ardından da bu bütünlüğü bozan etkenleri saptamaya ve etkisizleştirmeye soyunur.

Tam da bu yüzden, kimi Marksizmler de dahil olmak üzere, tüm iktisat okulları kendilerini egemenlerin hizmetine sunar: Antik Yunan'da Aristo şehir-devletin, Ortaçağ'da skolastikler kilisenin hizmetindedir. Erken-kolonyalist/merkantalist dönemde yeni yeni zuhur etmeye başlayan iktisadi söylemler, kendileri gibi henüz oluşmakta olan ulus devletlerin ve kolonyal ticaretin kaymağını yiyen tüccarların hizmetindedir. Onsekizinci yüzyılda fizyokratlar Fransa Kral'ının, İskoç Aydınlanmacıları da yükselişe geçen imalatçı burjuvazinin hizmetindedir. Ondokuzuncu yüzyılın ilk yarısının belki de en önemli iktisadi tartışması korumacı Malthus ile serbest ticaretçi Ricardo arasında geçendir ama orada da altan alta tartışılan klasik ekonomi-politiğin kimin (toprak sahibi aristokrasinin mi yoksa yükselen sanayicilerin mi) hizmetinde olacağıdır. Tüm bu örneklerin bize gösterdiği, iktisadi bilginin aslında hep toplumsal çelişkileri toplumsal konumları yüzünden göremeyen/görmemezlikten gelen hâkim sınıfların perspektifinden üretildiğidir. Ve bu bağlamda, Dobb'un yanıtlamaya çalıştığı, iktisat disiplinin içinde sınıf mücadelesinin hangi hatta verileceği sorusu son derece anlamlıdır; çünkü iktisat disiplininin egemenleri zaten hep sınıf mücadelesi içinde mevzi alagelmiştir.

Öyleyse, Marx'ın klasik ekonomi politiğe yaptığı eleştirel müdahelenin nesnesi sadece klasik ekonomi-politiğin kullandığı kavramlar değildir. Her ne kadar Marx, Smith ve Ricardo'nun emek-değer kuramını, Jean-Baptiste Say'in "arz talebini yaratır" yasasını vesaire eleştirecek ve bu eleştiriler üzerinden kendi yaklaşımını geliştirecek olsa bile, Marx'ın tüm tikel eleştirilerine rehberlik eden temel eleştiri nesnesi klasik ekonomi politiğin kendisini ve ürettiği bilgiyi toplumsal ile ilişkilendirme biçimidir --ki bu konumlanış biçimi neoklasik ve geç neoklasik iktisat gelenekler tarafından da yeniden üretilecektir. Klasik ekonomi politik için toplumsal olan ontolojik olarak mümkün ve ahenkli bir bütündür; iktisatçının rolü ise bu mümkünlüğün, bu uyumlu bütünlüğün bozulmamasını sağlamaktır. Burada Marx'ı temel olarak rahatsız eden toplumsalın ontolojik seviyede, ilkesel olarak uyumlu bir bütünlük olarak tanımlanmasıdır. Bu tanımın, Marx'ın toplumsalı sınıf çatışkıları ile yarılmış bir imkânsızlık olarak kavramsallaştıran bakış açısı ile çatıştığı aşikârdır. İşte tam da bu yüzden Marx'ın klasik ekonomi-politiğe yönelttiği eleştiri, aslında toplumu ilkesel olarak bir mümkünlük olarak tanımlayan ve (sınıf) çatışkıların(ın) silinmezliğini inkâr eden tüm iktisadi düşünce okullarına ve onları ortak bir "kamusal alan"da biraraya getiren kurucu hümanist sorunsala yöneltilmiş bir eleştiridir.

Kabaca ondokuzuncu yüzyılın ilk yarısına tekabül eden klasik ekonomi politik dönemini iktisat disiplininin disiplin olarak özerkleşmeye başladığı dönem olarak kabul edersek, onun kurucu sorunsalının hem evrensel hem de tikel olduğu saptamasını yapabiliriz. İlk olarak, bu hümanist sorunsal, ilk bakışta birbirinin zıttı gibi gözüken düşünce okullarını birbirine kenetler; onlara birbirleriyle didişebilecekleri veya alışveriş edebilecekleri bir "kamusal alan" sağlar; tüm yanlış anlamalara veya hiç anlamamalara rağmen, onları ortak bir dile kavuşturur. Kısacası, bu kurucu sorunsal iktisat disiplinini disiplin haline getirdiği ölçüde evrenselleşir. Diğer taraftan, bu kurucu sorunsal disiplinin içindeki farklı sorunsallardan sadece birisidir, yani tikel bir sorunsaldır. Yukarıda da belirtildiği üzere Marksizm içinde kendini hümanist sorunsala kaptıran bir damar olduğu kadar bu sorunsalı eleştiren ve toplumun imkânsızlığını düstur edinen bir damar da vardır. Marksizm bunu emeği sorunsallaştırarak, emeği ahenkli bir düzenin işlevsel parçası olarak tahayyül etmeyi reddederek ve emeğin siyasi iktisadını kurmaya çalışarak yapar. Öyleyse, emeğin siyasi iktisadına doğru yönelebilmenin yolu işte iktisat disiplinini hegemonize etmiş olan bu hümanist sorunsalın tikelliğini anımsamak ve Marksizm içindeki eleştirel damara sahip çıkmaktan geçiyor.

İktisadın emeği ya da mübadele olarak emeğin farklı telaffuzları

Peki o zaman, nedir "iktisadın emeği"? Veya başka bir ifade ile, günümüzde "emek" iktisat disiplini içinde --eğer gölgelenmiyorsa-- nasıl görüntüleniyor? Dilimizin altındaki baklayı hemen çıkaralım. Gerek neoklasik iktisat içinde, gerek soykütüğünde neoklasik fayda-değer kuramını kurucu bir bileşen olarak bulduğumuz günümüzün egemen/anaakım iktisadi söylemi (isterseniz adına "geç neoklasik iktisat" diyelim) ve onun bilimum alt-okulları içinde, "emek" her zaman alelâde bir mübadele nesnesi, bir meta olarak görüntülenir. Başka bir deyişle, hem neoklasik hem geç neoklasik iktisadın "emeği", şu veya bu şekilde (şu veya bu bilgi eksikliğini, şu veya bu psikolojik anomiyi, kurumsal etkeni veya stratejik boyutu hesaba katarak) kavramsallaştırılmış soyut bir "mübadele süreci" kavramının tikel bir örneği olmaktan öteye gidemez.[8] Bu anlamda, herhangi bir meta olarak kavramsallaştırılan emeği ne toplumsal alanı oluşturan tüm süreçlerin birbiri ile sonsuz etkileşimi içinde taşkın-belirlenmiş (overdetermined) bir süreç olarak görebilmek mümkün olur ne de en ücra köşesine kadar toplumsalın tamamına sirayet etmiş bir "süreç" olarak...

Burada meselenin, emek olgusunun söylem düzleminde nasıl daha gerçekçi bir şekilde temsil edileceği meselesi olmadığının altını çizmekte fayda var. Söylem ve gerçeklik arasındaki ilişkiyi biraz daha karmaşıklaştırmak ve diyaletikleştirmek kaygısıyla meseleyi toplumsalın söylem düzleminde yeniden üretilmesi olarak tanımlamanın gerektiğini düşünüyorum. Böylesi anti-realist bir epistemolojik çerçeveden bakıldığında hangi kuramsal yaklaşımın emeğin gerçekliğini daha iyi yansıttığı sorusu yerine, hangi kuramsal yaklaşımın emeğe tercih edeceğimiz (onu işlevselleştirmek yerine sorunsallaştıran) biçimde yaklaşmayı mümkün kıldığı sorusu önem kazanıyor. Öyleyse mesele emeğin işlevselleştirilmesi ve sorunsallaştırılması arasında yapmamız gereken kurucu (constitutive) nitelikteki bir tercihe gelip dayanıyor. Bu anlamda bu yazının temel savı iktisadın emeğinin işlevselleştirilmiş bir emek olduğu ve bunun karşısında emeğin siyasi iktisadının sorumluluğunun ise emeğin sorunsallaştırılması olduğudur.

İktisadın emeğinin neden işlevselleştirilmiş bir emek olduğunu açıklayabilmek için "mübadele" kurumuna bir göz atalım. Kuşkusuz, burada toplumsal antropologların, ekonomik sosyologların incelediği, bin bir türü varolan ve aslında (bir ideal-tip olarak) varolmayan "mübadele"den değil, neoklasik iktisat söyleminde bulduğumuz fetişleştirilmiş, idealize ve stilize edilmiş, hayalî bir mübadele kavramından sözediyoruz. İlkesel olarak bireyi kendine-saydam (self-transparent) bir öz-bilinçlilik, toplumu da bir mümkünlük olarak tanımlayan bu kuramsal sorunsalın kendini çapaladığı hayalî bir gerçeklik parçası olarak bu mübadele ilişkisi neoklasik hümanizmanın kuramsal sorunsalı için aslında paradigmatik öneme sahiptir. Değiş-tokuşun koşullarını düzenleyen sözleşmenin, ticaret hukukunun gerekliliklerine dayanan son derece yararcı bir temel ön-kabulü, sözleşmeye imza atan tarafların ne yaptıklarını bilen, aklı başında, özgür bireyler olduklarıdır. Ve dolayısıyla, sözleşmenin imzalanması, tarafların mübadele ilişkisine gönüllü olarak girdiğini ve bu ilişkiden fayda sağladığını ima eder. Bu gerçekte böyle olmayabilir ama sözleşme, tanım gereği, bu ön-kabuller üzerine kurulmuştur. Geç dönem klasik iktisattan (Say, Bastiat, Senior) günümüz geç neoklasik iktisadına kadar bu mübadele modeli anaakım iktisadın merkezî metaforu olma özelliğini korumaktadır.

Tartışmayı biraz daha ayrıntılandırmak ve neoklasik gelenek içindeki değişimlerin hakkını vermek adına emeğin standart neoklasik model tarafından kavranış şeklini ana hatları ile anımsatalım: Arz tarafında emeğini satan bireyin yapması gerek tercih, emeği karşılığında kazanacağı maaşıyla satın alabileceği emtia ile emeğini satmadığı takdirde kendine ayırabileceği zaman arasındadır. Eşdeyişle, keyif (leisure) zamanının fırsat masrafı (opportunity cost) emeğin karşılığı olan maaştır. Emek eylemi neoklasik iktisat içinde bir külfet (dis-utility) olarak tanımlandığı için emekçinin sadece keyif zamanından ve tüketeceği emtiadan fayda edindiği varsayılır. Talep tarafında ise emeği satın alan firmanın marjinal katkı hesaplaması yaptığı varsayılır: En son işe alınan emekçinin katkısı ona verilen maaşa denktir. Aslında neoklasik modelde gerçek anlamda kâr yoktur; tüm girdiler (örn., sermaye ve emek) marjinal katkılarına denk olarak ödüllendirilir. Sonuçta bu modelde emek yukarıda kaba hatlarını çizdiğimiz mübadele metaforu çerçevesinde değerlendirilir; tarafların akılcı ve özgür davrandıkları varsayılır. Bu çerçeve içinden bakıldığında emekçinin imza attığı sözleşme tanım gereği adaletlidir (yoksa akılcı ve özgür bir birey olarak neden kabul etsin sözleşmenin koşullarını). Eğer bir birey işsiz ise bu emek piyasasında belirlenmiş maaşı yeterli bulmadığındandır. Dolayısıyla, işsizlik bireyin öznel tercihidir.

İlk örneklerini yirminci yüzyıl başında gördüğümüz bu neoklasik modelden yüzyıl sonuna ve geç neoklasik duruma geldiğimizde emek ile ilgili, birbiriyle çekişen iki ayrı modelin mevcut olduğunu görürüz. Bir yanda Şikago Okulu'nun, yukarıda özetlediğimiz neoklasik modeli evrim(si)ci bir doğal seçim metaforu ile harmanlayıp sunduğu, işsizliği bireyin tercihlerine bağlayan, sendika düşmanı, köktenci-piyasacı (neoliberal) emek piyasası modeli; öte yanda, faktör piyasalarındaki bilgi eksiklerine yoğunlaşan "yeni bilgi" okulunun, işsizliği emek sözleşmesindeki faillik (agency) sorunlarını aşmak üzere geliştirilmiş toplumsal bir disiplin düzeneği olarak gören, müdaheleci, "yeni Keynesgil" "etkinlik maaşı" (efficiency wage) modeli. Hemen belirtelim ki tüm iyi niyetine rağmen, bu ikinci (sosyal demokrat) model de emeği bir mübadele nesnesi olarak görmenin ötesine geçemez.

Geçemez çünkü meseleyi emek sözleşmesi çerçevesinde tanımlamayı sürdürür. Neoklasik modelle arasındaki en önemli fark etkinlik ve maaş arasındaki nedensellik ilişkisini tersyüz etmesidir. Neoklasik modelde maaş en son işe alınan emekçinin marjinal etkinliğine denktir ya da kısaca maaş etkinliğe bağlı bir değişkendir. "Etkinlik maaşı" modellerinde ise etkinlik maaşa bağlı bir değişken olarak tahayyül edilir, çünkü bilginin bakışımsız (asymmetric) dağıldığı ve emeğin bir külfet olarak tanımlandığı bir dünyada emekçinin kendiliğinden tam etkinlikte çalışacağını ve ilk fırsatta kaytarmayacağını varsaymak olsa olsa naifliktir. Daha soyut bir çerçeveden bakarsak sorun aslında tüm mübadele sözleşmelerine ilişkin bir sorundur. Bilginin eksik, çıkarcılığın ise (opportunism) insan doğasının gereği olduğu varsayılan bir dünyada tüm sözleşmeler sorunludur. Bu durumda, işverenin elinde tek bir araç vardır: Emekçiye piyasaları temizleyecek olan maaşın üzerinde maaş vererek onun sadakatini ve etkinliğini satın almak. Arz ve talep "yasa"ları gereği eğer tüm işverenler "etkinlik maaşı" vermeye kalkacak olursa istihdam düşecek ve bir işsizler ordusu ortaya çıkacaktır. Bu, işverenin perspektifinden bakıldığında, çok da kötü bir durum değildir: İşsiz kalma tehditi etkinlik maaşının bahşişvari işlevi ile birleştirildiğinde emekçinin sözleşmeyle garantilenemeyen etkinliğini sağlayabilecek eşsiz bir disiplin aygıtı ortaya çıkar. Hemen not düşelim; bu fikirlerin soykütüğünde geriye doğru gidildiğinde Marx'ı ve onun "yedek emek ordusu" kavramını buluruz.

Ve fakat, Marxvari vurgusuna rağmen, bu ikinci model de bizi emeğin siyasi iktisadına yaklaştırmaz. Olsa olsa, neoklasik iktisadın mübadele nesnesi olarak kavramsallaştırdığı emek olgusunun geç neoklasik iktisadın icat ettiği yeni kavramlar (eksik bilgi, stratejik davranış, vesaire) üzerinden yeniden gözden geçirilmiş bir çeşitlemesi ile karşılaşırız. İktisadı homojen bir disiplin haline getirecek kurucu sorunsalın çerçevesinden görüntülenen, o sorunsalı sorgulamamıza neden olmayacak bir emek kavramıdır söz konusu olan. Çünkü emek sözleşmesinde "etkinlik maaşı"na neden olan sorun mevcut ekonomik düzenin yeniden düzenlenmesini gerektirecek bir sorun değildir. Emek olgusu, bir mübadele ilişkisi olarak ve bu ilişkinin yüzyıllardır karşılaşageldiği gündelik sorunlar çerçevesinde ele alınır. İşte tam da bu anlamı ile geç neoklasik iktisatta rastladığımız her iki emek piyasası modeli de iktisadın emeğini yeniden üretirler. Daha kötüsü, yukarıda değindiğimiz Marxvari vurgu sanki artık disiplini disiplin yapan kuramsal hümanist sorunsalın dışına çıkılmış izlenimi verir. Ne var ki, hümanist sorunsalın dışına çıkabilmek ancak toplumun imkansızlığını veri alan bir iktisat söylemi ile mümkün olabilir.

Disiplinin imkânsızlığının semptomu olarak "emek"

Peki, öyleyse neden emek göstereni iktisat disiplininin varolmayan bütünlüğünün semptomu, yani, iktisat disiplinini en temelinden, kuruluşundan etkileyen bir yarılmanın imleyenidir? Bu noktada, Dobb'un saflaşma modeline, onun çizdiği "disipliner kamplaşma" tablosunu disiplinin imkânsızlığının bir tezahürü olarak ele almak kaydıyla geri dönmekte fayda var.[9] Dobb'un saflaşma anlatısı bir rahatsızlığın varlığına işaret eder. Neden ekonomiye üretim perspektifinden bakan emek değer kuramı ile ekonomiye mübadele perspektifinden bakan fayda değer kuramı arasında bir saflaşma oluşmuştur? Neden emek anaakım iktisat tarafından sürekli ve ısrarlı bir biçimde mübadele perspektifinden, bir meta olarak kavramsallaştırılır?

Üretimi çıkış noktası alan perspektiflerin sistemli bir biçimde disiplinin çeperlerine itilmesinin bilinçli bir çaba sonunda gerçekleştiğini iddia ediyor değilim. Kuşkusuz, iktisadi düşünce tarihinin detaylı bir okuması tek tek iktisatçıların Marksizm-karşıtı heveslerle hareket ettiklerini gösterebilir ama emeği disiplinin imkânsızlığının semptomu yapan kanımca yapısal ve disiplinin kurucu sorunsalına içkin bir nedendir. Şöyle ki; emek-değer kuramının ve üretim perspektifli tahlilerin bastırılmasının nedeni bu söylemlerin ısrarla (sınıflı toplumlarda) toplumun imkânsızlığına işaret etmesidir. Toplumun mümkünlüğüne duyulan inanç çevresinde bütünleşmesi arzulanan iktisat disiplininde toplumun imkânsızlığına vurgu yapan bir söyleme yer yoktur.

Her ne kadar tüm hümanist iktisatçılar toplumun mümkünlüğü bakımından hemfikirse de, o bütünlüğün mümkünlük koşulları konusunda anlaşamazlar. Zaten herhangi bir kuramsal sorunsal gücünü, kendi bünyesinde farklı görüşlere yer açabilme esnekliğinden alır. Ancak her anlaşmazlık bir değildir. Yukarıda "plan mı, piyasa mı?" tartışmalarını özetlerken değindiğim üzere en geniş anlamı ile neoklasik gelenek içinde toplumsalın uyumlu bütünlüğünü (ekonomik gelişmeyi ve etkinliği, dengeli paylaşımı vb,) sağlayacak koşulların ne olduğu üzerine dönen işlevselci tartışmalar iktisatçıları, toplumsalın bütünlüğüne olan inançlarını sorgulamaya yöneltmez. Tam aksine, söz konusu tartışma, ancak bu konudaki zımni bir mutabakat sayesinde mümkündür.

Marksist söylem ise, içinde toplumsalın bütünlüğüne inanç duyan oldukça güçlü bir hümanist damar barındırmasına rağmen, burjuva söyleminin çerçevesini çizdiği sorunsalın içinde tam olarak yer alamaz. Yer alamaz, çünkü burjuva ekonomi politiği ve neoklasik gelenek emeği bir mübadele nesnesi olarak işlevselleştirirken, Marksist söylemin dillendirdiği emeğin sömürüsü ve artık değer kavramları, emeği ve onun meyvalarının toplumsal bölüşümünü ve dolayısıyla da bizatihi toplumsalı sorunsallaştırır. Başka bir deyişle, Marksist söylemin (toplumsal çelişkilerin aşıldığı "komünizm" kavramında vücud bulan) kendi hümanizmasını bile baltalayan bir "fazla"sı vardır. Disiplinin varolmayan bütünlüğünü imleyen ve aslında onun mümkünlüğünü imkânsızlaştıran işte tam da bu "fazla"dır. Emeği semptomlaştıran da, burjuva iktisadının disiplini bütünleştirmek adına, onu mübadele perspektifinden bir meta olarak kavramsallaştırmak suretiyle bu "fazla"yı disiplinin bilinçdışına itme çabalarıdır.

Emek-değer kuramının epistemolojisi

Toplumun imkânsızlığını veri alan bir iktisat söylemi nezdinde emek göstereninin ayrıcalıklı bir çıkış noktası teşkil ettiği iddiasını ortaya atarken burjuva hümanizmine düşmemek için dikkat etmemiz gereken bazı noktalar var. Başka bir ifade ile, emeğin siyasi iktisadı üzerine düşünürken yapmak istediğimiz bir çeşit özcülüğü bir başka çeşit özcülük ile ikame etmek değil. Açalım.

Öncelikle iki farklı Marx'ı birbirinden ayırmamız gerekiyor. Bir yanda, Dobb'un çizdiği disipliner cephede mevzi alan, mübadele edilen değerlerin muhasebesini harcanan toplumsal soyut emek indeksinden yapan bir Marx. Öte yanda ise, yukarıda çizilen kurucu kuramsal sorunsal bağlamında, toplumun imkânı/imkânsızlığı hattında eleştirel bir konum alan, toplumsalı ve ekonomik alanı merkezsiz ve (sınıfsal) çelişkilerle yarılmış ve her bir eklemi somut kurumlar ve teknolojiler tarafından sürekli yeniden üretilmesi gereken bir imkânsızlık olarak tasavvur eden bir Marx. Bu iki Marx'ı birbirinden ayırmamın nedeni ikisi arasında bir tercih yapmanın gerekliliğine işaret etmek değil. Tam tersine, eğer emeğin siyasi iktisadını kurgulayacaksak, her iki Marx'a da sahip çıkmamız gerekiyor. Çünkü iktisat disiplininin özgül tarihi ve emeğin semptomatik konumu göz önüne alındığı takdirde, toplumun imkânsızlığını düstur edinen siyasi bir iktisadi çerçeve ancak emek sorunsallaştırılırsa mümkün olabilir. Ne var ki, her iki Marx'a sahip çıkarken kuramsal tutarlılıktan taviz vermemek gerekiyor ve tutarlılığın yolu (ikinci) Marx'ın kuramsal hümanizma karşıtı perspektifinden emek-değer kuramının ve dolayısıyla (birinci) Marx'ın kuramsal hümanizmaya meyilli okumalarının epistemolojik bir eleştirisini yapmaktan geçiyor.

Klasik ekonomi-politik döneminden başlayarak iktisat disiplinini disiplin yapan, toplumsalın uyumlu bir bütünlük olarak tanımlanmasıdır?ki bunun da önemli bir mümkünlük koşulu, toplumsalı son kertede belirlediği varsayılan "ekonomi"nin türdeş ve sınırları kavramsal olarak sabitlenmiş bir alan (domain) olarak tanımlanmasıdır. Bu saptamayı biraz daha açmak gerekirse; eğer ekonomi toplumsalın belirleyici düzlemi ise ve eğer bir telos olarak toplumsalın ahenkli bir bütünlük olarak vücud bulmasının mümkünlüğü bilimsel yasaların güvenli (görünür veya görünmez) ellerine teslim edilecekse, ekonomik değerlerin ekonomi alanının içindeki dolaşımını (eş)güdümleyen başı sonu belli, tercihen matematiksel fonksiyonlarla ifade edilmiş işleyiş yasalarının tanımlanması gerekmektedir. Fayda temelli olsun, emek temelli olsun, tüm değer kuramlarının olmazsa olmaz matematiksel koşulu, denklemler sisteminin görüntülediği ekonomi alanının net bir biçimde tanımlanmış olması, yani bu alanda dolaşıma girecek ekonomik değerlerin (emtianın) dolaşımlarını düzenleyecek (herhangi) bir metrik sisteme tâbi olmasıdır. Öyleyse, ister emek eksenli olsun, ister fayda, tüm değer kuramları daha baştan, bu matematiksel-formel seviyede hümanist bir toplum anlayışını yeniden üretirler: Sabit ve sınırları net bir biçimde tanımlanmış bir alan olarak ekonomi tahayyülü, toplumu bir mümkünlük olarak tasarlayan bakış açısının iktisat disiplini içindeki izdüşümüdür. Tam da bu yüzden emek-değer kuramcı Marx ile anti-hümanist Marx'ı biraraya getirmek?eğer emek dahil tüm değer kuramlarının (fiyatların oluşumunun determinist yasalarını saptamak olarak tanımlanagelmiş) bilimsellik iddasındaki projelerini külliyen reddetmeyeceksek?imkânsız gibi görünmektedir.

Ne var ki, klasik ekonomi-politik döneminde açık bir biçimde gözlemlenen ve neoklasik iktisadın yükselişi ile artık görünmezleşen çatlak aslında, sadece emek-değer kuramı ile daha bu dönemde formüle edilmeye başlanan proto-neoklasik (Bentham, Bastiat, Say, Senior) fayda değer kuramı arasındaki çatlak değildir. Her ne kadar Dobb bu çatlağı nesnel ve öznel değer kuramları arasındaki çatlak olarak tanımlasa da, biz, eğer her iki Marx'ı birarada tutmaya çalışıyorsak (yani hem emeği odağına alan ve sorunsallaştıran hem toplumu bir imkânsızlık olarak kavrayan bir perspektif geliştirmek istiyorsak) bu çatlağı başka bir mercekten okumamız gerekiyor. Başka bir ifade ile, emek-değer kuramının bilimsel projesini detaylı bir eleştiriye tâbi tutmak ve son tahlilde ona sirayet etmiş bilimselciliği reddetmek gerekiyor. Bununla birlikte, iktisat disiplinin kurucu sorunsalına daha epistemik mümkünlük koşulları seviyesinde bile tâbi olan emek-değer kuramını eleştirirken, onun vaad ettiği "öteki"?mübadeleyi değil, emeği merkezine alan?sorunsala sahip çıkmak gerekiyor.

Siyasi bir kategori olarak soyut emek

Bu noktada Marxgil iktisadın en temel kavramsal ayrımı olan somut emek ve soyut emek ayrımına geri dönmek faydalı olacaktır. Çünkü emeği sorunsallaştıran bir siyasi iktisadın yolu siyasi bir kategori olarak yeniden düşünülmesi gereken soyut emek kavramından geçiyor. Soyut emek kavramını siyasi bir kategori kılan, kavramın birbirleri ile ilk bakışta hiç bir ortak noktaları ya da ölçekdeşlikleri (commensurability) olmayan farklı somut emek biçimlerini (örneğin, bir marangozun emeği ile bir ev kadının emeği veya bir muhasebecinin emeği ile bir restoranda çalışan piyanistin emeği) ortak bir çerçeve içinde düşünebilmemizi sağlamasıdır. Soyut emek, farklı somut emek biçimlerinin özü değildir. Tam tersine, farklı somut emek biçimleri ancak soyut emek kavramının dışarıdan müdahelesiyle bir birliktelik içinde düşünülebilir hâle gelir.

Birçok Marksiste göre, farklı emek süreçlerinin somut özelliklerinden arındırılmış ve zamana endekslenmiş nicel bir ölçütü olma işlevi gören soyut emek kavramı, ancak evrenselleşen piyasalarda farklı somut emek süreçleri içinde üretilmiş emtia dolaşıma girip birbirleri ile karşılaştırıldıkça mümkün olabilir. Bu anlamda Marksist iktisat için soyut emek kavramı hem piyasaların evrenselleşmesi ve dolayısıyla emeğin metalaşmasına dayanan son derece somut bir ontolojik gerçekliğe tekabül eder, hem de bilimsel bir söylem olarak Marksist emek-değer kuramının üretimin nesnelliğine çapalanmış metriği işlevini görür.[10] Soyut emek kavramını siyasi bir kategori olarak görebilmemizin önkoşulu olarak, kavramı bu bilimselci ve hümanist bağlamdan koparmamız gerekmektedir.

Birinci olarak, kavramı piyasa toplumuna ve kapitalizme bağlayan ontolojik bağ onun farklı dolaşım (karşılıklılık ve yeniden dağıtım) ve üretim ilişkilerini (bağımsız, feodal, köleci ve komünal/kooperatif) anlamak için kullanmamızın önünde bir engel oluşturur. Alfred Sohn-Rethel'in de bu sayıda yeralan yazısında belirttiği üzere, somut piyasaların ve mübadele eyleminin kendisine içkin soyutlama pratiğinin soyut emek kavramının gelişmesi için önemli bir tarihsel-epistemik varoluş koşulu oluşturduğunu kabul etsek bile, kavramın bir kere icat edildikten sonra edindiği kurucu gücünü ve hareket kabiliyetini de göz ardı etmemek gerekiyor.[11] Başka bir deyişle, soyut emek kavramı, ortaya çıkış koşulları ne olursa olsun, bir kere tarih sahnesinde zuhur ettikten sonra, içinden yeşerdigi varoluş koşullarından kopar ve siyasi, kurucu ve sentezleyici bir nitelik kazanır. Bu minvalde, soyut emek kavramını tam anlamı ile özgürleştirip kapitalizm dışı olasılıkları da düşünmemizi mümkün kılacak bir hale getirebilmek için kavramın piyasa toplumu ve kapitalizm ile olan ontolojik bağını koparmak gerekiyor.

İkinci olarak, soyut emek kavramını niceliksel bir fiyat kuramının temel kavramı olarak değil, ekonomik süreçleri farklı bir perspektiften kavramsallaştırabilmeyi mümkün kılan niteliksel bir kavram olarak görmek ve kavramı ona yüklenen bilimselci safralardan arındırmak gerekiyor. İşte ancak bu ikinci adımı da atınca, bir metanın üretilmesi için harcanan toplumsal olarak gerekli soyut emek zamanını, niceliksel bir ölçütten ziyade, toplumsal emeğin nasıl paylaşıldığını görebilmemizi mümkün kılan niteliksel bir kavram olarak değerlendirmek mümkün olur.[12] Başka bir deyişle, soyut emek kavramını kullanmamızın nedeni emtianın değerini ölçmek (yani bir fiyat kuramı inşa etmek adına emeği işlevselleştirmek) değil, emeğin toplumsal bir değer olarak nasıl paylaşıldığını düşünebilecek (yani emeği sorunsallaştıran) kurumsalcı ve siyasi bir iktisat bilgisi üretmektir.

Emeği sorunsallaştıran bir siyasi iktisada doğru

Kapitalizm-merkezci ve bilimselci prangalarından kurtulmuş soyut emek kavramı böylece hem toplumun ve disiplinin imkânsızlığını inkâr etmeyen hem de emeği sorunsallaştıran bir siyasi iktisadın kapısını aralar ve bilumum somut emek sürecini ortak bir çerçeve içinden düşünebilmemizi mümkün kılar. Yukarıda toplumun imkânsızlığını düstur edinen bir iktisadi çerçevenin ancak emek sorunsallaştırılırsa mümkün olabileceğini belirtmiştik. Tartışmayı emeği sorunsallaştırmaktan neyi kasttetiğimize değinerek kapamaya çalışalım.

Kuşkusuz, emeği sorunsallaştırmanın bir tek yolu yok. Bu dosyada yer alan neredeyse her yazı emeği farklı şekilde sorunsallaştırmakta: birisi üretim ve yeniden-üretim ayrımını irdelerken bir diğeri akli emek ile kol emeği arasındaki açıyı inceliyor ve yine bir başkası da maddi emek ile gayri-maddi emek arasındaki farka bakıyor. Ben ise bu yazının geri kalanında soyut emeği çıkış noktası alarak emeği Marksist bir perspektiften sorunsallaştırmaya çalışacağım. Kanımca Marksist geleneği diğer eleştirel perspektiflerden ayıran, "artık" (surplus) kavramıdır ve tam da bu yüzden emeği bu "fazla"dan, bu "artık"tan başlayarak sorunsallaştıracağım.[13] Marksist perspektiften bakıldığında, toplumsal işbölümünün olduğu her toplumda, tüm somut emek süreçlerinin ortak paydası emekçilerin bir bütün olarak kendi (gene tarihsel ve kültürel olarak belirlenmiş) varoluş koşullarını üretebilmek için yeterli olanın ötesinde, fazladan bir soyut emek zamanı sarfetmesidir. Emekçiler bu fazlayı, bu artığı üretirler çünkü sadece kendi varoluş koşullarını değil aynı zamanda (hangi şekilde düzenlenmiş olursa olsun) emek sürecinin bizzat kendisinin varoluş koşullarını da yeniden üretmeleri gerekir. Emekçilerin ürettikleri artık-emek üretim sürecinin yeniden üretilmesi için gerekli harcamaların yapılmasına ayrılır. Öyleyse, artık-emek sadece kapitalist, köleci ya da feodal biçimde düzenlenmiş emek süreçlerini değil, komünal yapıları da incelemek için kullanabileceğimiz bir kavramdır. Hatırlanacağı üzere, Marx da Gotha Programı'nın Eleştirisi'nde böyle bir strateji izler.[14]

Ve fakat, ne gerekli-emeğin ne de artık-emeğin nasıl kullanılması gerektiğine dair a priori bir yasa, bir gereklilik vardır. Yukarıda değinildiği üzere, neoklasik iktisatta üretime katkıda bulunan tüm girdiler (örn., sermaye ve emek) marjinal katkılarına denk olarak ödüllendirilirler. Şu ya da bu şirkette şu ya da bu nedenden dolayı bu "denklik" durumundan sapma olsa bile serbest piyasalar, kendi hâline bırakıldığında er ya da geç şirket içinde üretilen değerin nasıl bölüşüleceğini belirler. "Toplumun mümkünlüğüne olan inançtan" kastedilen tam da budur: Bir toplumun ürettiği değeri nasıl paylaşacağının eksiksiz ve kesin olarak belirlenmesini mümkün kılan doğa kanunu kabilinden insan-üstü yasaların varlığına olan inanç. Emeği sorunsallaştıran siyasi bir iktisat tam da bu inancın sorgulanmaya başladığı anda doğar.

Çünkü, eğer artık-emek ile ne yapılması gerektiğini kat'iyetle bilebilseydik o zaman zaten, en azından ekonomik düzlemde, toplumsal, bir mümkünlük haline gelirdi. Yapılması gereken yapılır, toplumsal düzen ve ahenk sağlanıverilirdi. Belki de feodal, köleci, ve kapitalist yapıları sosyalist/komünist yapılardan ayıran çizgiyi tam da bu hattan çekmemiz gerekiyor. Sömürü temelli yapıların ortak özelliği, gerekli-emek ile artık-emek arasındaki ayrımın nasıl düzenleneceği, artık-emeğin üzerinde kimin tasarruf hakkının olması gerektiği, artık-emeğin nasıl paylaşılması gerektiği türünden soruların doğal/bilimsel/adil cevapları varmışcasına inşa edilmiş olmalarıdır. Oysa ki, (artık-)emeği sorunsallaştıran bir perspektiften inşa edilecek sosyalist bir yapının temel çıkış noktası tüm bu ve benzeri soruların ancak demokratik ve katılımcı yapılar içinde yoğrularak ve ancak geçici olarak yanıtlanabilecek olduğudur.

Yazıyı sonlandırmadan önce, "artık-emeği sorunsallaştırma" sloganına siyasi bir somutluk kazandırma adına birkaç öneriye değinmiş olalım. Öneriler, tüm somutluk iddialarına rağmen son derece yüksek bir soyutlama seviyesindeler ve fakat kanımca bunda bir sakınca yok. Tam tersine, kavramlara hareketlilik, bağlamdan bağlama aktarılabilirlik ve tercüme edilebilirlik kazandırdığı için ihtiyacımız olan tam da böylesine siyasi bir soyutlama kabiliyeti aslında:

1. Mübadeleyi günlük sorunlarının merkezine alan, toplumsal uyum ve onun mümkünlük koşullarını sorunsal edinen iktisat söylemine karşı, toplumun imkânsızlığını inkâr etmeyen, tam tersine onun varolmayan bütünlüğünü aksiyom alan ve emeği farklı farklı şekillerde sorunsallaştıran bir siyasi iktisat inşa etmemiz gerekiyor.

2. Bilimsellik ideolojisinden mülkiyet hakları mitosuna kadar binbir çeşit siyasi, ideolojik ve kültürel mekanizma sayesinde kanıksatılmış, doğallaştırılmış tüm artık-emeğe elkoyma biçimlerinin ve onları ayakta tutan kurumsal yapıların toplumsal meşruiyetini sorgulamak ve onları mümkün kılan gündelik ve gizli şiddeti görünür kılmak gerekiyor.

3. Artık-emeği ve emeğin bilimum hallerini sorunsallaştıran bir perspektiften?yani, en asgaride, gerekli-emek ile artık-emek arasındaki ayrımın nasıl düzenleneceği ve artık-emeğin nasıl paylaşılacağı türünden soruları toplumsal münazaraya açan, hakiki demokratik bir perspektiften? hareketle, kapitalizme ve varlıklarını halen sürdüren diğer sömürü biçimlerine alternatif kolektif emek süreçlerini bugünden yaşama geçirmek gerekiyor.

4. Ve son olarak, bu tarz kolektif ekonomik yapılarda üretilen artık-emeğin bir kısmının benzeri başka işletmelerin tesis edilmesi ve/veya (milliyetçilik-karşıtı, anti-faşist, ırkçılık-karşıtı, feminist, yeşil vesaire) yeni toplumsal hareketlerin maddi gereksinimlerinin karşılanması maksadıyla kaynak olarak aktarılması gerekiyor.[15]

Kısacası, ezberini bozma cesaretini gösteren ama emeğe sahip çıkma kaygısındaki uzun erimli ve sürdürülebilir bir sosyalist hareketin emeği hem kuramsal hem de siyasi olarak sorunsallaştıran bir perspektiften yenilenmesi gerekiyor.

Notlar

[1] Maurice Dobb, Political Economy and Capitalism: Some Essays in Economic Tradition, International Publishers, 1945.

[2] Tartışmaları Althusseryen bir perspektiften değerlendiren ve özcülüğe kaçmamaya özen göstererek emek-değer kuramına sahip çıkan bir çalışma için, bkz. Bruce Roberts, "The Visible and the Measurable: Althusser and the Marxian Theory of Value", Ruccio, D. ve Callari, A. (der.), Postmodern Materialism and the Future of Marxist Theory içinde, Wesleyan University Press, 1996, 150-163.

[3] John B. Davis, "The turn in economics: neoclassical dominance to mainstream pluralism?", Journal of Institutional Economics, 2, 2006, 1-20.

[4] Aktaran Ahmet İnsel, "Neoklasik iktisat ve modern toplum", Toplum ve Bilim, 72, 1997, s. 47.

[5] Louis Althusser, Kapital'i Okumak, (çeviren Celal A. Kanat), Belge Yayınları, 1995.

[6] Fikret Adaman ve Pat Devine, "On the Economic Theory of Socialism", New Left Review I, 221, 1997, 54-80.

[7] Ernesto Laclau, Evrensellik, Kimlik ve Özgürleşme, (çeviren Ertuğrul Başer), Birikim Yayınları, 2000.

[8] Geç neoklasik iktisatçıların en önemli özelliği neoklasik iktisadın tam rekabetçi piyasa modelleri ile aralarına kinik bir mesafe koymalardır. Geç neoklasik iktisatçılar hem bilirler bu modellerin gerçekçi olmadıklarını hem de söylemlerinin kurucu referans noktası olarak kullanmaya da devam ederler. Geç neoklasik iktisat teriminin kapsadığı alt-okullar arasında şunları sayabiliriz: Girdi piyasalarındaki bilgi eksiklerine yoğunlaşan "yeni bilgi" (veya "yeni Keynesgil") okulu (K. Arrow, G. Akerlof, J. Stiglitz); sözleşmelerdeki eksiklerin kurumlar, normlar vesaire tarafından nasıl kapatıldığını araştıran "yeni kurumsalcı" okul (R. Coase, O. Williamson, D. North); akılcılığın sınırlarını, paradokslarını yoklayan "davranışcı/deneyselci" okul (H. Simon, D. Kahneman, A. Tversky); bireylerin tercihlerini toplumsal seviyede birleştirmenin zorlukları ve açmazları ile uğraşan "toplumsal tercih" okulu (K. Arrow, A. Sen, M. Sertel); stratejik ilişkileri akılcılığın sınırlarını zorlayarak yoklayan "klasik oyun kuramcıları" (J. Nash, J. Harsanyi, T. Schelling, A. Rubenstein); biyolojiden ödünç alınan evrim modellerini kullanan evrimci oyun kuramcıları (R. Sugden, L. Samuelson). Listeyi uzatmak ve hatta listeye neoklasik dönemde Walrasgil Arrow-Debreu modelinin gölgesinde kalan ama seksenli yıllarda yükselişe geçen, pervasız piyasacı Şikago Okulu'nu da (M. Friedman, G. Stigler, G. Becker) dahil etmek mümkün. Yukarıda da belirttiğimiz üzere bu geç neoklasik okulların neoklasik iktisattan temel farkı neoklasik iktisadın tam rekabetçi piyasa modeli ile aralarına koydukları kinik mesafedir. Her bir alt-okul tam rekabetçi modelin bir veya iki (ama sadece bir veya iki) varsayımını yumuşatır: asimterik bilgi, eksik sözleşme, sınırlı akılcılık, olasılıksal belirsizlik vesaire. Bkz. Yahya M. Madra, Late neoclassical economics: Restoration of theoretical humanism in contemporary economic theory, yayınlanmamış doktora tezi, University of Massachusetts, Amherst, 2007.

[9] Geçerken kaydedelim: Disiplinin kurucu sorunsalı olan "toplumun mümkünlük koşullarının tesbiti" ile disiplinin mümkünlüğüne duyulan inanç arasında bir ilinti var. Son tahlilde, eğer tüm iktisatçılar toplumun aslında mümkün olabileceğine inanıyorsa, iktisat disiplini tamamı ile toplumun mümkün olduğu varsayımı üzerine kurulmuş demektir ve disiplini baştan başa kateden bir yarılmadan sözetmek yanlış olacaktır.

[10] Kuşkusuz, Marksist iktisat yazınında aykırı sesler her zaman varolageldi. Örneğin: Athar Hussein, "Misreading Marx's Theory of Value: Marx's Marginal Notes on Wagner", Elson, D. (der.), Value: The Representation of Labour in Capitalism, CSE Books/Humanities Press, 1979, 82-101; gene aynı derleme içinde, Diane Elson'ın "The Value Theory of Labour" (115-180) başlıklı katkısı; daha güncel bir çalışma olarak, Carole Biewener, "Socially contingent value", Bellofiore, R. (der.), Marxian economics: A reappraisal. Essays in Volume III of Capital: Vol. 2. Prices, Profits, and Dynamics içinde, McMillan Press, 1998, 57-69. Bu yazıda kurgulamaya çalıştığım yaklaşım bu zihin açıcı çalışmaları zemin almaktadır.

[11] Kaldı ki, Marx'ın soyut emek kavramını sadece piyasa toplumunu ve kapitalist sınıf ilişkilerini inceleyerek bulduğunu iddia etmek onun kapitalizm-öncesinde (ve -sonrasında) varolan ve feodalizmden kapitalizme geçiş süresince ortaya çıkan binbir türlü sınıf yapısı üzerine yazdıklarını hiçe saymak olur. Sohn-Rethel (veya sonradan Fredric Jameson) soyut emek kavramının kökenini kapitalizmin egemenleşmesi ile "evrenselleşen" mübadele soyutlamasında bulur. Oysaki, bir an olsun kendimizi söyleme egemen olmuş kapitalizm-merkezcilikten uzaklaştırabilirsek, soyut emek kavramının kökeninin, farklı sınıf yapılarını (feodal, kapitalist, köleci vesaire) birbiri ile karşılaştıran Marx'ın onları birbirleri ile ilişkilendirerek anlayabilmek için yapmak zorunda kaldığı zihinsel ve siyasi bir soyutlamada da olabileceğini tahayyül etmek mümkün olur.

[12] Hemen not düşelim: Soyut emek kavramını ölçülemezliğine atfen eleştirmek altan alta ölçülebilecek kavramların varolduğunu varsayar. Ve fakat, bir anlamda aslında hiç bir kavram ölçülemez --iktisadi araştırmalarda ham madde olarak kullanılan tüm ölçütler bir dizi (ve her zaman dikkatle sorgulanması gereken) varsayım sayesinde üretilirler. Ama öte yandan da, varsayım oyununu oynamayı kabul ettiğimiz andan itibaren tüm kavramlar ölçülebilir hale geliverirler. Tam da bu yüzden niceliksel bir proje olarak emek-değer kuramını topyekûn reddetmek ile onu nesnel ve bilimsel bir fiyat kuramı olarak yüceltmek arasında epistemolojik bir fark yoktur. Her iki perspektif de realist bir epistemolojiden yargılar emek-değer kuramını. Buna karşın, varsayımlar konusunda olabildiğince açık ve dürüst olunduğu sürece, somut sorunlarla ilgili bilgi üretirken niteliksel hesaplamalarımızı emek-değer kuramına başvurarak yapmanın emeği sorunsallaştıran bir siyasi iktisadın gerekli bir parçası olduğunu düşünüyorum.

[13] Bu meselenin daha etraflıca tartışıldığı bir çalışma için, bkz. Yahya M. Madra, Ceren Özselçuk ve Kenan Erçel, "Bir tabu olarak iktisat", Toplum ve Bilim, 95, 2002/2003, 104-139.

[14] Daha ayrıntılı bir tartışma için, bkz. Ceren Özselçuk ve Yahya M. Madra, "Psychoanalysis and Marxism: From Capitalist-all to Communist Non-all", Psychoanalysis, Culture and Society, 10, 2005, 79-97.

[15] Kenan Erçel ve Yahya M. Madra, "Meta mı, sınıf mı? Evet, lütfen!" Birikim, 172, 29-39.

Birikim 217, Mayıs 2007
 
  arama     rss-feed    bize yazın    harita metot    ENGLISH