körotonomedya > türkçe > l'écume des jours
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Liberal Kişilik Nedir? Solla Ne Derdi Vardır?

Necmi Erdoğan

Kimi "kanaat önderleri"nde vücut bulan ve -tabii bütün liberallere mal edilemeyecek olsa da- "hakim liberal kişilik" olduğunu rahatlıkla söyleyebileceğimiz kişilik "ne"dir veya ve nasıl bir kişiliktir? Asıl önemlisi, bu liberal kişiliğin solla ne derdi vardır? Ve dahası bu kişiliği çözümlemeye ihtiyacımız var mıdır?

Öncelikle, sözünü edeceğimiz "kişilik tipi" ile dünya-tarihsel bir olgu olarak liberalizmi eş tutmamak gerektiği kaydını düşelim. Ö. Laçiner ve T. Bora'nın Birikim'deki yazılarında tartıştıkları üzere, Marksizm/sosyalizm ile liberalizm arasında tarihsel bir akrabalık ve "koruyarak aşma" ilişkisi vardır ve dahası günümüz sosyalizminin kendini yeniden kurarken liberal eleştirinin öğelerinden beslenmesi gerektir. Laclau ve Mouffe tarzı bir "post-Marksizm"in serüveninde olduğu gibi kendini "liberal demokrasi"yi derinleştirme misyonuyla sınırlama ve liberalizmin bir türevi veya varyantı haline gelme gibi bir tehlikeyi içermesine rağmen, bunun vazgeçilmez bir gereklilik olduğunu söyleyebiliriz. T. Bora, sığ bir anti-liberalizme düşmememiz için, "faşizmin sosyalizmle liberalizmi aynı soydan düşündüğünü" hatırlatıyor. Bizim ele alacağımız "liberal kişilik tipi"nin çözümlenmesi tam da bu noktada önem kazanıyor. Şöyle ki, bu liberal kişiliğin tayin edici bir özelliği, faşizmin kurduğu eşdeğerliğin tersini kurarak, "sosyalizm ile faşizmin aynı soydan olduğunu" tartışılmaz bir gerçek gibi sunması ve etrafta (Türkiye sol/devrimci hareketinin tarihinde) "faşist avı"na çıkmasıdır. Bu liberal kişilik, Türk muhafazakarlığı ve yeni sağı ile kurduğu ittifaklardan da aldığı güçle, müttefiklerinin taşıya geldiği (F. Açıkel'in nitelemesiyle) "kutsal mazlumluk psikopatolojisi" ile kendisinde vehmettiği "muhalif" veya "putkırıcı" dinamiği karşılıklı olarak etkileşime sokarak, Türkiye toplumunun "siyasal ufkunu" tayin eden bir hegemonik dil oluşturuyor. G. Yalman'ın kullandığı bir ifadeyle "muhalif görünen, ama hegemonik olan" bu dil, Türkiye toplumuna devlet merkezli bir perspektifle bakan ve bugün artık kendi devlet nosyonunu da ordu ve yüksek yargının kimi kısımları ile sınırlamış (müttefiklerinin hakim olduğu aşikar olan emniyet aygıtından milli eğitim aygıtına kadar diğer devlet aygıtlarını pek de dert etmeyen) bir dildir. Her global kapitalizm ve global sermayenin hükmü bahsinde "ulusalcılık illeti" teşhis eder. "Sınıfsallık sorunu"nu arkaik bir sol motif sayar ve "kültürel kimlikler" veya "farklılıklar" ile meşgul görünürken de, eğitim hakkından yoksun kalan ve "kot taşlama"ya mahkum edilen yoksulların, Ege denizine "dökülen" kaçak göçmenlerin, Tuzla tersanelerindeki Kürt ve Alevi işçilerin veya Ermenistan'dan gelen kaçak işçilerin hayatlarında sınıf ve kimlik sorunlarının iç içe geçmişliğini umursamaz.

***

Bu liberal kişilik, her şeyden önce bir "güzel ruh" barındırır. Ama bununla onda bir takım yüce erdemler bulduğumuzu söylemek istemiyoruz. Hegel'e göre, "güzel ruh" kendine bir ahlaki saflık atfeder; kalbinin safiyetini ve iç güzelliğinin ihtişamını bozmamak için de "eylemekten" ve "dünyadaki yerini almaktan" kaçınır. Bu durumun yarattığı çelişki nedeniyle de ona "mutsuz bir bilinç" eşlik eder. "Güzel ruh", tam da bu arayışında buharlaşıp uçan, içi boşalmış, "kayıp bir ruh"tur. Mağrur ve fakat huzursuzdur. Dahası, Deleuze'ün deyişiyle "savaş meydanına fırlatılmış barışın adaleti" gibi davranır: "Güzel ruh, tarih kanlı çelişkilerle yapılmaya devam ederken, her yerde farklılıklar gören ve bunlardan yalnızca saygın, uzlaştırılabilir veya federatif farklılıklar olarak söz eden ruhtur aslında." Liberal kişiliğimiz de böyle bir "güzel ruh" sahibidir. Kendini o farklılıkların, "kimlikler"in dışında ve üstünde yer alan, ayrıcalıklı bir konuma yerleştirir. Bu ruhun güzelliği, "öteki güzellemesi" yapıyor görünürken aslında "beriki"ni, yani kendini güzelliyor olmasından da kaynaklanır (Aslına bakarsanız, her "ötekine" de güzel demez zaten.) "Rölativist bir epistemoloji" geliştirirken dahi, bu epistemolojinin uygulama alanının sınırlarını kendi kapısında bitirir. Kendisi kirlenmemiş, lekesiz ve her türlü "ideolojik önyargı"dan azadedir. Dikkat edilirse, liberal kişiliğimiz, kimi tezahürlerinde pervasızca, kimi tezahürlerinde de "çaktırmamaya" çalışarak, etrafına kibir, küçümseme ve alayla bakar. Zaten "ötekinden" söz edip durmasının asıl psişik saiki de kendi kendisiyle böbürlenmektir. Elbette ki, "pozitivist kafalı modernleşmeci"nin Jakoben tavrını sergilemez. Ama onun kendinde vehmettiği konum, T. Bora'nın vurguladığı üzere, kendini etrafını aydınlatmaktan sorumlu addeden otoriter pedagogun (liberal kişiliğimizin şeytanileştirdiği o meşum "Kemalist öğretmen"in) konumundan hiç de daha aşağı, daha mütevazı, daha ayrıcalıksız bir konum değildir. Bu yüzden de, "demokratiklik kontrol noktasında" bekleşenlerin "geçiş vizesi" hak edip etmediklerine karar veren yetkili, Ü. Kıvanç'ın deyişiyle "demokratlık polisi" kılığında karşımıza çıkar sık sık.

Liberal kişilik, "yukarıdan yukarıdan konuşmaya yatkın" (T. Bora) diliyle de ilişkili olarak, bütün liberal lafzına rağmen asabi ve tahammülsüzdür. İlginç bir şekilde, neredeyse yalnızca muhafazakarlara tahammül gösterir; "demokratiklik kontrol noktasından" her nedense yalnızca onlar geçebilirler. "Musul sorunu Türk-İslam birliği sorunudur" veya "Komünizm tehlikesi yok olmamıştır ve Kürt hareketi de komünisttir" yollu tam sayfalık ilanlar yayınlayan gazetelerde köşe yazarı olmakta beis görmez. Ve fakat solcu birinin "bu kadar kimlik siyaseti yapmasak" gibi bir fikir serdettiğini duyduğu anda bütün bir devrimci harekete faşist veya ırkçı yaftasını yapıştırmakta da tereddüt etmez. "Ötekini içeriden anlamak" liberal kişiliğin şiarıdır. Ama bu şiar liberal kişiliğin kendi ötekileri için, solcular/devrimciler için (ve haliyle Kemalistler için) işe koşulmaz. "Ne yani biz Mamak'ta faşizme karşı direndiğimizi düşünürken, asıl faşist olanlar bizler miydik?" türü soruları duymak bile istemez; duysa da aldırmaz. Mevcut iki ortodoksinin dışında bir başka yolun, bir üçüncü yolun mümkün olduğu fikrini derhal utangaç bir karşı kamp savunusu veya en iyi ihtimalle "iki cami arasında beynamaz" kalma olarak addeder. Tuhaftır, liberal kişilik, ne kadar ideoloji-sonrası görünürse görünsün, soy ideolojilerin "ya/ya da", biz/düşmanlarımız" gibi karşıtlıklarını sanki öyle yapmıyormuş gibi yaparak aynen yeniden üretir. "Bitaraf olan bertaraf olur" şiarı, liberal kişiliğin ilkel bulduğu ideolojik söylemlere özgü olduğu kadar, kendi (post-)ideolojik (!) söyleminde de böylece hayat bulur. Dolayısıyla, liberal kişiliğin "ötekini içeriden anlamak" ilkesinin sınırlarına ulaşmış oluruz. Bu şiar "kimlik sahipleri" için elzemdir ama liberal kişiliğin kendi ötekileri karşısındaki ilişkisinde hiç de lazım değildir. Hülasa, cemaatin liberal vaizin dediğini yapması, ama yaptığını yapmaması gerekir. Habermasvari bir "rasyonel iletişimsel eylem" veya "diyalojik" bir ilişki bir Kemalist, faşist veya radikal İslamcı ile olduğu kadar, bu liberal kişilik ile de kurulması zor bir şey değil midir?

Liberal kişiliğin kendi ötekisi hakkında sahip olduğu imge de -kendisini aynasında seyrettiği otoriter geleneğin ölçüsünde olmasa bile-paranoid izler taşır. Bizim "liberal kişilik" adını verdiğimiz kişiliğin, Adorno'nun Amerikan toplumunu "F ölçeğine" (faşizm ölçeğine) vurduğu ve çokça da eleştiri almış olan "Otoriter Kişilik Üstüne" çalışmasında incelediği kişilik tipinin anti-semitik paranoyası ile ilgisi yoktur elbette; hatta Adorno'nun "gerçek liberal kişilik" adını verdiği kişiliğe uyduğunu da söyleyebiliriz. Lakin, bir Yahudi'nin Adorno'nun sözünü ettiği "otoriter kişiliğe" "Yahudi komplosu" hususunda derdini anlatmaya çalışması ne ölçüde beyhude ise, bir solcunun/devrimcinin bizim liberal kişiliğimize derdini anlatmaya çalışması da o ölçüde beyhudedir. Her iki durumda da "gerçeğin öyle olmadığını göstermek için çırpınan" bir öteki vardır. Tabii bunu söylerken, liberal kişiliğe haksızlık etmemek gerekir. Zira liberal kişilik, faşist veya otoriter kişilikler gibi hasmını susturmak, yok etmek veya kamplarda toplamak istemez. Onun istediği şey, hasmın bile isteye husumetten vazgeçmesi, kendi işgal ede geldiği konumu kendi kendine gayrımeşru addetmesi, yani kendi kendini gönüllüce ortadan kaldırmasıdır. Bu açıdan, vaktiyle neo-Kemalizm üzerine yazdığımız bir yazıda da vurguladığımız gibi, liberal kişilik "öteki"ni zorla ezip sindirmez; bütün "irrasyonel", "ideolojik" yönlerinden arınıp evcilleşmesini isteyerek, baştan alıkoymak ister. Yapmak istediği şey, psikoanaliz terimleriyle, bastırma (repression) değil, baştan kapamadır (foreclosure). Yani liberal kişiliğin solla olan derdi, solun sesini kısmak değil, onun kendi kendisini liberal kişiliğin hegemonik gözüyle yargılaması ve liberal "kategorik buyruğa" gönüllüce teslim olmasıdır.

Liberal kişilik kibirli ve zaman zaman da saldırgan bir narsizmle maluldür. Bu durumu resmeden tipik bir anını, televizyon ekranında "ötekilerle" tartışırken kendisine söylenen sözlere müstehzi bir gülümsemeyle karşılık vermesinde ve akabinde de bütün farklı argümanlara kerameti kendinden menkul bir edayla bıyık bükerek hasımlarını vuracak silahlarına tekrar sarılmasında bulabiliriz. Liberal kişilik kendi siluetine aşıktır ve başka siluetlerin de şu fani dünyada kendisiyle eşit bir statüyle salınıp durduğu gerçeğini kabul etmeye yanaşmamak için türlü yollara başvurur. Bu itibarla, liberal kişiliğin, özellikle de "genç sivil" olanının muarızları tarafından "yaramaz, haylaz çocuk tavrı" sergiler görülmesi boşa olmasa gerektir. Çünkü her iki durumda da "sevin beni, tapın bana" diyen ve bu gerçekleşmedikçe de dikkat çekmek için elinden geleni yapan ve etrafına küçük çaplı sembolik tacizlerde bulunan özneler söz konusudur.

Liberal kişiliğin kendi kendisinde hayran olduğu asli güzellik "putkırıcılık"tır. Bir "Batı demokrasisinde" müesses nizamın "vasat"ı sayılması gereken çoğulculuk, çokseslilik, farklılıkların tanınması vb. fikirlerin Türkiye'ye gelindiğinde "muhalif" veya "putkırıcı" gibi görünmesinin birtakım ciddi toplumsal-siyasal sebepleri elbette ki vardır. Yine de, şu "global köy"deki bir "kanaat önderi" olarak liberal kişilik Guardian veya Independent gibi bir gazetede İngilizlere hitap ediyor olsa, onlar için nasıl "putkırıcı" olan bir dünya tasavvuru sunacaktır acaba? Benhabib'den Ranciere'ye, Levinas'tan Derrida'ya "demokratik teoriyle" meşgul olan bir uzman için liberal kişiliğin "demokrasi", "ötekini anlamak", "farklılıkları tanımak" gibi motifleri fazlasıyla sığ kalacaktır. Liberal kişilik, başka şeylerinin yanı sıra, bu durumunun da farkında olacak kadar bilgili bir kişiliktir. Yine de, kendi siluetine baktığında gözleri kamaşmaya devam eder. "Güzel ruh"unu huzmeleriyle yıkıyor görünen putkırıcılığının göz kamaştırıcılığı, kendisini "devletetaparlığın" (statolatry) aynasında seyredip durmasından kaynaklanır. Fazla kazınırsa, bu putkırıcılığın altında, "babanın yasası" ile tam olarak özdeşleşmemiş olan öznenin, "otoriter olan babanın yasası"nın yerine "konsensüel bir babanın yasası"nı geçirmek yoluyla -ama yine "babanın yasası" ile-özdeşleşme, böylece de "otoriter baba"nınkinden daha "sahici" bir "otorite" inşa etme arayışı bulmak mümkündür. Nitekim, "babasının" tarihindeki Köy Enstitüleri'nin "totalitarizmine" verip veriştiren liberal kişiliğin kendi "yasasında" (yani sermayenin yasasında) köylülere ve köylülüğe yer olmadığını tekrar edip durmasının nedeni de bu olsa gerektir. "Ceberut devlet"e karşı durduğunu düşünen liberal kişiliğin kamusal tartışmalarda "duruma vaziyet eden" ve durduğu "Arşimet noktası"ndan herkesi yerine yerleştiren bir "demokratlık polisi" rolüne soyunması da böyle bir otorite tesisi ile ilgili olsa gerektir. Solcunun-devrimcinin liberal kişiliği tedirgin etmesinin sebebi de, solun feri sönmüş haliyle bile onun bu narsist bütünlük halesini bozan bir "parazit" oluşturmasıdır. Yani "bir hayalet olarak" sol, liberal kişiliğin "semptom"udur; liberal putkırıcılığın nasıl sığ bir sivil toplum (ve sermaye) putlaştırmasını, nasıl sığ bir devlet eleştirisini, nasıl "baskıcı bir hoşgörüyü" içerdiğinin ve ayrıca "devletetaparlığın da, sivil topluma taparlığın da" dışında bir ihtimal daha olduğunun işaretini verir. Liberal kişiliğin solla olan derdi, "olmayan haliyle bile" solun onun hiç de "heterolojik" olmadığını göstermesinin semptomlarıyla baş etme arayışı olarak okunabilir. Hülasa, liberal kişiliğin anlatısallaştıramadığı "reel"i kendisinin de bir "ortodoksi" oluşturması ve "heterodoks" bir dünya ve toplum tasavvurunun ancak sol bir tasavvur olabilecek olmasıdır. Yani "Marx'ın hayaleti" liberal kişiliğin ruhuna musallat olmuştur ve liberal kişilik bu hayaleti gördüğü kabustan –rüyasında oğlunun yandığını gören baba gibi (Lacan)-uyanıp "gerçekliğe kaçmaktadır". Kendi "reel"i ile yüzleşmenin ağırlığı karşısında "şu bildiğimiz realite"ye sığınmak tercih sebebidir tabii.

Liberal kişilik, Sloterdijk'in "Sinik Aklın Eleştirisi"nde tartıştığı üzere, güya "ideoloji sonrası" olan bir öznenin sinizmiyle de maluldür. Bir yanda "demokrat" bir gazetedeki köşesinde "derin devlet"e savaş açtığını söylerken, öte yanda bir televizyon programında 1 Mayıs olaylarında polisin uyguladığı şiddetin ne kadar "orantılı" ve "elzem" olduğunu anlatıyor olabilir. Veya Ergenekon soruşturmasındaki tavrı yüzünden solculara-devrimcilere şiddetle saldırırken, kendi gazetesindeki bir köşe yazarının oğlu yargısız infaza kurban gitmiş bir babayı "sizin oğlunuz da zaten saldırganmış; hem siz niçin Diyarbakır'dan göçtünüz?" yollu konuşmalarını kendine mesele etmeyebilir. Bu kişiliğin sinikliği, "Bu vatan için kurşun atan da bizim..." şiarının müellifi bizzat kendisi iken, bu durum hatırlatılınca oralı olmayıp da, solcuların-devrimcilerin kendi geçmişlerinin günahını çıkarmalarını isteyebilmesi ölçüsüne dahi varabilir. Hatta ve hatta Diyarbakır, Mamak, Metris cezaevlerinde veya ölüm oruçlarında yaşananları bildiği halde, solcuların cezaevlerinde işlediklerini iddia ettiği cinayetlerle yüzleşmeleri gerektiğini Ermeni soykırımı, Kürt sorunu, Maraş olayları vb. bahislerinin hemen ardından söylemesi de mümkündür. Sinik özneyi sinik yapan da ne yaptığını bilmesidir zaten. Son örnekte bahsi geçen liberal kişilik kendisi de bir vakitler "solcu" olduğunu söylediğine göre, sol içinde işlenmiş olan veya işlenmiş olabilecek olan "suçların" Ermeni meselesi veya Maraş olayları ile ardı ardına sıralanacak bir "toplumsal fenomen" olamayacağını da elbette bilir. Devrimcileri "silah, şiddet kültürü" sahibi olmakla suçlayan aynı liberal kişilik, kendi akademik çalışmalarına konu ettiği cemaatin önderini "Komünizmle Mücadele Dernekleri"ndeki geçmişiyle yüzleşmeye çağırmayı aklının ucundan geçirmez. Hakeza, solcuları-devrimcileri otoriter zihniyetle eleştirirken, ele aldığı veya temas kurduğu cemaatin kendi içinde ne gibi bir "demokratik kültür" eseri barındırdığını anlatmak lütfunda de bulunmaz.

Hülasa, liberal kişiliğin sinik aklı "öyle olmadığını" bilir ve fakat yine de söylemeye devam eder veya "öyle olduğunu" bilir ve fakat söylemez ve dahası kendisinin bunları söyleyerek veya söylemeyerek ne yaptığını bilir ve fakat gene de bunu yapmaya devam eder.

***

Ele aldığımız liberal kişiliğin kendisini "genç subaylara" karşı konumlandıran bir alt tiplemesi olan "genç sivil" kişiliğin sivilliği ve anti-militarizmi Çankaya köşkündeki davete icabet ederken ayağına giydiği Converse ayakkabıların sivilliği ve anti-militarizmi kadardır. Peki Converse ayakkabılar ne kadar sivil ve anti-militaristtir? İşte bu noktada, ideolojinin maddiliği ve globalliği ile karşı karşıyayız. Genç liberal kişiliğin asker postalına karşı ayağına taktığı Converse ayakkabıların memleketin özellikle yeni orta sınıf gençliğinin favori ayakkabıları olarak gerçekten de "sivil toplumu" gösterdiğini düşünebiliriz elbette. Lakin "globalleşen dünyamızda" metaların neyin göstergesi olduğu hususu o kadar basit değildir. Bu sivil spor ayakkabıların üreticisi olan Converse yıllar önce Nike adlı dev şirket tarafından satın alınmış ve bünyesine katılmıştır. Peki Nike nasıl bir şirkettir? Üçüncü dünya ülkelerinde ucuz çocuk emeği ve başka vahşi sömürü yöntemleri ile "taşeronlarına" üretim yaptıran ve buna karşı "liberal" Amerikan kampuslarında boykotlar düzenlenmesi karşısında da sorumluluğunu kabul etmeye yanaşmayan bir ş irkettir. Liberal kişilik, bu cümleleri okuduğunda, "solcuların sınıf takıntılı malum kafası" diye düşünecektir muhtemelen. Biz işin liberal kişiliğin kendisini özdeşleştirdiği "demokratik" tarafı ile devam edelim: Nike, Endonezya'daki üretimini sağlama almak için cuntacı generallerle işbirliği yapmış, hatta onları teşvik etmiştir! (Bkz. Google!) Eğer öyleyse, memleketimizdeki "Converse ayakkabı sivilliği"nin maliyeti dünyanın başka yerlerine militarizm ş eklinde fatura ediliyor ve ayrıca da, "medenilik" olarak sivillik çocuk işçilerin boğaz tokluğuna döktükleri terin üstünde yükseliyor demektir.

Liberal kişilik, bütün bu bahislerde "sinsi" bir "anti-emperyalist" zihniyet ve dahası -her "anti-emperyalizm"i milliyetçiliğin utangaç hali olarak düşündüğü için de-"ulusalcı" bir damar bulabilir; ki bu eşdeğerlik zincirinin bizi ırkçılığa, onun da faşizme götürmesi pek muhtemeldir. (Nitekim, bir televizyon programında konuşurken "Çok uluslu şirketler, milli olan... milli değil de, o toprağa, o coğrafyaya ait her şeyden orayı arındırmaya çalışıyor; biz çok uluslu şirketlerin bir şeyler satmaya çalıştığı insanlarız" dediği için faşist ilan edilen aktörün başına gelen de budur.) Dolayısıyla, "ne kadar sivil ve anti-militarist" olduğunu sorduğunuz bir paragrafınız liberal kişiliğin söyleminde pekala örtük faşizan niyetlerinizin dillenmesi muamelesi görebilir! Liberal kişiliğin sinizminin bir nedeni de, "liberal" Amerikan kampuslarının "siyaseten doğrucu" muhalefeti kadar bile olamayıp, üstüne üstlük de o tür "liberal tepkiler" karşısında sarkastik bir tavır alabilmesidir. Son olarak, "iyi ama benim Converse ayakkabı giymem niye Nike'ın militarist tezgahlarına destek sayılsın ki illa?" gibi bir itirazla da karşılaşabiliriz. İşte bu noktada, ideolojinin maddiliği bahsine girmiş oluruz. Siz neye inanırsanız inanın, kendinizi ne kadar anti-militarist hissederseniz hissedin, "orada", ayaklarınızın altında cisimleşmiş, ayaklarınızı saran bir ideoloji var. Althusser'in bize hatırlattığı üzere, ne demişti Pascal? "İnanman gerekmiyor, diz çök, dudaklarını kımıldat, dua ediyormuş gibi yap, yeter". Elbette Nike'ın sivilliğine de inanmamız gerekmiyor; zaten o da bizden bunu beklemiyor; ürettiği ayakkabıyı giyelim yeter! Sivil ve liberal kafalarımızı çocuk işçilerin ellerinin üstüne basa basa gezdirmemizde ne gibi bir "barbarlık" olabilir ki, değil mi?..

Ama belki de, Marx'ın bize gösterdiği üzere, "sivil toplum"un "burjuva toplum" olduğunu ve içinde bir "canavarlık" barındırdığını hatırlayacak olursak, Converse ayakkabı sivilliğinin gerçekten de bir "sivillik" olduğunu teslim etmeliyiz. Benjamin'in tarih felsefesi üzerine tezlerinde söylediği gibi, her uygarlık ("sivil-izasyon") belgesi aynı zamanda bir barbarlık belgesi olduğuna göre...

***

Her söz iki şeyi söyler: söylediğini ve söyleyeni. Yani her sözün kastettiği bir söz içeriği ve bir de söyleyeninin bunu söylemiş olmakla kendisi hakkında söylediği bir başka söz vardır. Tartıştığımız liberal kişiliğin sözünün içeriğine elbette bakılabilir; ama asıl önemlisi onun konuşurken ne yaptığı, konuşmasının kendisinin ne söylediğidir. Zira liberal kişiliğin sözünün içeriğinin artık neredeyse herkesin malumu olan bir "formül"e dayandığını ve uzun uzadıya tartışmayı pek de hak etmeyen bir Türkiye toplumu analizi klişesini durmadan tekrarladığını söyleyebiliriz. Öyleyse, temel soru, liberal kişilik konuşuyor olmakla bize ne söylemektedir? Bu soruya çok çeşitli yönlerden cevap arayabiliriz. Ancak asıl cevabı psikoanalizden yardım alan bir ideoloji eleştirisi verebilir. Zira Ermeni soykırımı bahsinden solun "cezaevi suçlarına" zıplamak veya kendi desteklediği hükümetin bakanının "iyi ki kurtulduk Ermenilerden ve Rumlardan" demesinin kendi gazetesinde bile eleştirildiği bir zamanda hala solcuların ırkçılığından bahsetmek başka türlü zor analiz edilir. Biraz olsun vicdan veya biraz olsun izan veyahut da biraz olsun malumat sahibi olan bir insan, liberal kişiliğin sunduğu sol imgesinin Türkiye solunu-devrimci hareketini anlamak ve açıklamak için neredeyse hiçbir işe yaramayacağını teslim eder. Yeryüzünde ettiği son üç beş cümleden biri "yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği" olan bir kişiyi ırkçılıkla suçlamak veya 1983-4'te Kürt hareketi ile beraber "Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi"ni kurmaya girişmiş bir harekette "faşist" damar keşfetmek veya gazete köşesindeki yazısına "12 Eylül'ün Solcu Generali" gibisinden bir başlık atıp "solcuları kollayan" generalden ve solcuların 12 Eylül'e destek vermesinden utanıp sıkılmadan dem vurmak gibi "semptomlar", liberal kişiliğin sol analizinin kendisinin psikoanalize tabi tutulması gerektiğini gösteriyor. Bir "organik aydın" olan bu liberal kişilik bütün bunların farkındadır; ayrıca anti-semitizm, anti-sabetayizm vb. ş eylerin soykütüğünün ş imdi müttefiki olduğu muhafazakarlığın tarihinde nasıl kökleşmiş olduğunun da "bilgisi"ne sahiptir. Ama Cevat Rıfat Atilhan, Necip Fazıl veya Samiha Ayverdi okuyarak büyümüşşimdiki müttefiklerini değil de, Zap suyuna köprü yapmış devrimcileri "ırkçılıkları" ile yüzleşmeye, Mamak'ta "Saldırın aslanlarım!" diyen subayları değil de, o "aslanların" saldırdığı insanları gizli faşizanlıklarını-"Ergenekonculuklarını" itiraf etmeye çağırmakla meşguldür. Yukarıda da dediğimiz gibi, sinik bir kişilik olarak, "öyle olmadığını bilmekte ve fakat öyle olduğunu söylemeye devam etmektedir". Liberal kişiliğin bu anlatısı, Türkiye toplumunun ve sol-devrimci hareketinin tarihine ilişkin bir "hatırlama biçimi"dir ve bizimki de dahil hiçbir hatırlama biçiminin olmadığı üzere, "masum" değildir. Bir "kolektif hafıza" yaratma edimi olduğu ölçüde, basitçe "çarpık" diyip geçilemez de. O yüzden de psikoanalize muhtaçtır.

Bunun bir psikoanaliz konusu değil, siyasal mücadele biçimi olduğunu da söyleyebiliriz elbette. Nitekim, başta da belirttiğimiz gibi, liberal kişiliğin dili "muhalif (görünen), ama hegemonik" bir dildir. Yine de, liberal kişiliğin, bugün itibarıyla siyasal güç ilişkilerinde esamesi okunmayan ve herhangi bir ciddi toplumsal veya siyasal nüfuz alanına sahip olduğunu söyleyemeyeceğimiz solu-devrimci hareketi dönüp dolaşıp kendine hedef seçmesini ve diline pelesenk etmesini basit bir siyasal rasyonel ile açıklayamayız. Zaten hakkıyla yapılmış bir psikoanaliz de siyasal rasyonelin derinliklerinin analiziyle çakışacak ve ideoloji eleştirisiyle buluşacaktır. Buradan doğru baktığımızda, liberal kişiliğin solla olan derdi, müesses nizam ile "pek de mutlu olmayan beraberliğinin" huzursuzluklarını solculara "yansıtmak", kendi ideolojik suç ortaklıklarını bastırmak için kefareti solcu keçilerin sırtına yüklemek, kendi vicdanının kirleniyor oluşunu "reaksiyon formasyonu" ile inkar edip solda kirli çamaşır bulup çıkarmaktır belki de. Böylesi bir psişik mekanizma, Maraş'la yüzleşmekten bahseden liberal kişiliğin, bu bahsin hemen ardından orada katledilen insanların ve onları canları pahasına korumaya çalışan devrimcilerin de dahil olduğu bir siyasal geleneği cezaevlerindeki "vahşetiyle" yüzleşmeye çağırmasında kendini ele verir. Dolayısıyla, yukarıdaki sözümüze ekleyebiliriz ki, her söz iki şeyi söyler: bilinci ve bilinçdışını.

***

Liberal kişiliğin solla ilgili anlatısı akla La Fontaine'nin "Kurt ile Kuzu" masalını getiriyor. (Vaktiyle Neo-Kemalistler ile "ikinci cumhuriyetçiler" arasındaki ilişkiyi tartışırken de bu masala atıfta bulunmuştuk.) La Fontaine'nin bu masalını inceleyen M. Serres, masalda kurulan bu "oyun-mekanı"nın güçlü ile güçsüz, büyük ile küçük arasında bir hiyerarşi kurduğunu ve daha (en) güçlü, daha (en) büyük olanın daha (en) zayıf, daha (en) küçük olanı sanki kendisi zayıf veya mağdur olanmış gibi yaparak alt etmesine dayalı bir mantık içerdiğini ve bu mantığın doğa-insan ilişkilerinden siyasal güçler arasındaki ilişkilere kadar uzanan bir ş ekilde modernliğe içkin olduğunu söyler. Hasımları karşısındaki liberal kişilik de masaldaki kurt gibidir. Solcu-devrimci bütün bahanelerini boşa çıkarsa bile, onu yemek için bir bahane bulmakta kararlıdır. Dikkat çekici olan, tıpkı vaktiyle yazdığımız şekilde ikinci cumhuriyetçi karşısındaki neo-Kemalistin konumu gibi, liberal kişilik karşısındaki solcu-devrimci de savunmacı ve tepkisel bir konumdadır. Dolayısıyla, terimleri böyle konulan bir diyalogda veya zemini böyle kurulan bir ilişkide "kuzu" olarak solcuların-devrimcilerin kazanma şansı daha baştan yoktur.

Öyleyse asıl yapmamız gereken kurda dert anlatmaya çalışırken yem olmak değil, ormanın diğer "küçük", "zayıf" hayvanlarıyla diyaloga girip "çoklukların", "kitlelerin" gücüyle onu "tesirsiz" hale getirmektir. Kurdu kaçıracak olan onların çığlıklarının "ilahi şiddetidir"; kendisinden başka hiçbir ş eyi göstermeyen, hiçbir şeyin aracı-temsili olmayan bir ses olarak ezilenlerin çığlığı... Ama kurdun yaptığını yapmayıp, "hakiki bir liberal" tavırla onun "yaşama hakkını" da teslim ederek.

Birikim 236-237 (2009): 117-122.

 
  arama     rss-feed    bize yazın    harita metot    ENGLISH