körotonomedya > türkçe > ulus'un ardından
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Ulus'un Bakışı

Harun Kemal Abuşoğlu

Bilge Karasu, Gece’nin 9. başlığında “İnsanlar, gitgide, istediklerine inanmakla yetindiklerini, düşünüp tartmayı, ölçünmeyi, olanı biteni görmeye çalışmayı yavaş yavaş bir yana ittiklerini daha fark etmiyorlardır belki de. Bunun farkına varmaya başladıklarında ise ortalık iyice kararmış olacak. Sabahları güneş yeniden doğar gibi olsa da, ortalık yeniden aydınlanır gibi olsa da, gecenin karanlığı bütün bütün dağılmayacak hiç.” diyordu.

12 Eylül karanlığının ertesi, 1980’lerin ortalarına doğru, sanki Nietzsche’nin kuyrukluyıldız benzetmesini doğrularcasına ODTÜ yerleşkesinde entelektüel bir sima belirdi. Aylâsı, ağır ağır şehre ve fark edenlerin olduğu her yere doğru yayılmaya başladı. Çoğunlukla da, halen içinden çıkamadığımız bu karanlığı delmek isteyenlerin arasında bir kuğunun narinliğiyle süzüldüğünü düşünmüşümdür dostlarının biricik Ulus’unun.

Bir adımda sokağa geçen o eşik adamın sokakta ördüğü kozalar. Dostluk adacıkları, dayanışma aralıkları. Onu tanıdıkça artık başka türlü düşünmeye, hissetmeye başlayan arkadaşları. Bunu, ufuk-düşüncelerini paylaşmakta hiçbir sınır tanımayan sohbeti sırasında yaşamamak mümkün değildi zaten. Bir gün sohbet edip Bach dinlerken müziği anlatmaya başladı. Öylesine tutkuyla anlatıyordu ki, adeta sözlerle resim çiziyordu. Bach dinlememiş olan birine ancak böyle bir şiirsellikte müziğin anlamı ve duygusu aktarılabilir – Bach’ın müziğini gözlerimle gördüm, sanki bir film izler gibi…

Çevresindekiler onun sohbetlerinde hayatın değişik ilmiklerini, dokularını, renklerini, desenlerini, kıvrımlarını gördükçe ona daha çok bağlandılar. O da özünü oluşturan o engin dostluk duygusunu daha da yetkinleştirdi. Evet, hayat onun dilinde şiir, resim, müzik haline bürünüyordu.

Düşünce tarihinde dolaşırken bir filolog edasıyla değil, bir hayat-dostu sadeliğiyle seyrettiğinden, düşünürlerin en kanlı canlılarına meyletti. En çok da, Spinoza, Marx ve Deleuze’ü severdi. Deleuze’ün ölmeden önce yazmaya başlayıp tamamlayamadığı son kitap çalışması Marx’ın Büyüklüğü hakkında konuşurken Spinozist, Deleuzian ve elbette hepimiz Marksistiz dediğinde; hayatı, olmuş bitmiş bir Varlık’ın görünümleri gibi değil, Varoluş’un bir akışlar toplamı ve çoğulluğu olarak belirişi gibi kavrayan bu “vahşetin çağırıcılarının” düşüncesindeki devrimci şiddetin doruklarının cazibesine işaret ediyordu herhalde.

Nitekim, Spinoza’nın Bir’i ve Çokluk’u birer bireylik gibi ele alıp insanın komünal tahayyülü nasıl temellük edebileceğini gösterdiği Etika kitabının “İnsanın Köleliği Üzerine veya Duyguların Gücü” başlıklı 4. bölümünün 18. önermesinde ortaya koyduğu, “…Öyleyse hiçbir şey insana insandan daha yararlı değildir; yineliyorum: insanların varlıklarının sakınımı için daha eşsizini isteyemeyecekleri biricik şey herkesin herkesle tüm anlık ve tüm bedenlerin bir bakıma tek bir anlık ve tek bir beden oluşturacağı bir yolda anlaşması, herkesin aynı zamanda elinden geldiğince varlığının sakınımı için çabalaması ve herkesin aynı zamanda herkesin ortak yararını aramasıdır; bundan şu sonuç çıkar ki, Us tarafından yönetilen insanlar, başka bir deyişle, Usun kılavuzluğu altında kendilerine yararlı olanı arayan insanlar kendileri için geri kalan insanlar için istemedikleri hiçbir şeyi istemezler ve dolayısıyla doğrudurlar, bağlılık gösterirler ve onurludurlar.” ifadesinde verdiği tanımın eksiksizliğini gözleri ışıldayarak dile getiriyor, gelin onun sözüyle söyleyelim, terennüm ediyordu. Bu geçiş vahşicedir, devrimci şiddet barındırır, zira Varlık, böyle bir Varoluşa kolayca geçit vermez.

Hayatın kalbine yönelen bu düşünürler ve diğerlerinin dünyasına yaptığı yolculuklar, dönüp dolaşıp özündeki dostluk duygusunu berkitiyordu. Bütün yazılarında görülür bu. Ama işte şimdi ardından yaşanan bu dostluk seli, muhakkak ki onu bizzat tanıyanlarda onulmaz bir boşluk duygusu eşliğinde, hiç tanımayanlarda bile içine düştükleri bir şaşkınlığın diliyle ifade ediliyorsa, bu onun nasıl bir insan olduğunu düşünce adamı olmanın ötesinde bütün hayatı ile hissettirmesi sayesindedir. Herkesle ilişkisinde hem bir fikir adamı hem de bir arkadaş, kardeş, giderek dost gibi davranmasındandır. Bir gün ortak bir dostumuzdan söz ederken “bir kişi, kimi zaman bir gruptan, örgütten ya da partiden çok daha fazla etkili olabilir, ‘örgütlü’ olabilir, insanlar arasında akışlar yaratabilir” demişti. Kendisi de dostluğu örgütledi. Zaten, “devrimci siyaset hakiki siyasettir, dostluğun siyasetidir, Türkiye’de darbe ile beraber yitip giden ve yeniden icat edilmesi gereken şey budur” diyen de o değil miydi?

Yazılarını ilgi alanlarının genişliğinin farkında olarak okumak, onun hayatı ne denli onayladığını gösterecektir bize. Ama, ya yarım kalmış yazıları, ya kaybolanlar, ya bedenindekiler….Kafatası-içi-düşünme olamayacağını, insanın ancak olaylar ve etkilerle düşünebileceğini söylüyordu zaten. Bir duygu-muhafızı olarak, bedeninde duyduklarını tutup ardından başlıyordu yazmaya. Evet bir duygu muhafızıdır: Şok ve Beyin: Yılmaz Güney Sineması Üzerine adlı yazısını kolunun alçıda kaldığı sekiz ayın sonunda alçının açılıp benim evime geldiği gün, o zaten narin kolunun iyice zayıflamış olduğu bir esnada, bilgisayarın karşısına geçer geçmez, elinde hiçbir malzeme olmaksızın, “Ben Yılmaz Güney üzerine bir yazı yazacağım bakalım ne diyeceksin?” demesinin üzerinden sadece iki saat kadar sonra bitirmesi başka nasıl açıklanabilir?

Pratik bir mesele karşısında, düşünce onda olay olarak beliriyor, o, düşüncesini olaylar zincirlenişi olarak işliyordu. Bu husustaki uyarısını da her zamanki berrak görüsüyle yapar, Medyaya Nasıl Direnilir? adlı yazısında: “Medya ‘olaylar’ımızı kaybettiriyor bize. Dolayısıyla düşünce yeteneğimizi de… Çünkü her düşünce, kendisi de bir ‘olay’ olmakla birlikte, olaylar üzerine olmak zorundadır. Medya ise bize ‘bireyleşmiş’, birbirinden kopmuş, yani üzerinde düşünemeyeceğimiz olaylar veriyor: Skandalların birbiri ardına sıralanışı, medyanın esaslı iki tekniğiyle soyut, hayali ve düşüncesiz bir dünya anlayışını dayatmaktadır – yani tekrar ve ısrar teknikleri: birincisi gündeme getirilmiş bir olayı bıktırıcı bir tekrarla üsteleyerek kafalara işleme yoluyken ikincisi, kitle iletişiminin bütün kanallarını mobilize ederek, aynı olayı şurada duygusal, burada politik, bir yerde biçimsel, başka bir yerde enformatif biçimlerde, farklı mesaj türleriyle verip duruyor. Bu durumun en önemli sonucunun dezenformasyon yoluyla zihinleri etkileme değil, ‘olayları düşünülebilir olmaktan çıkarmak’ ve tekdüzeleştirmek diyebileceğim bir durum olduğunu düşünüyorum. Artık medyatik olmayan, yani medyanın karşıtı olması gereken somut insan düşüncesi tarafından oluşturulmuş yeni bir ‘olay’ kavramına ihtiyaç duyuyoruz. Medyatik olay parlar-söner, saman alevi gibidir. Ama asıl önemlisi olaylar birbirlerine ‘tekrar’ ve ‘ısrar’ adını verdiğim mekanizmalar dışında bağlanamazlar: sonucu, psikolojik etkilerini her an hissedebileceğimiz yoğun bir ‘dumur’ duygusu, bir felç, bir bıkkınlık halidir. Anti-medyatik düşünce ‘olay’ın ne olduğunu yeniden düşünmeli, olayı olay olarak yeniden kurgulayabilmelidir. Enformasyon ve iletişim toplumunda aydının aslî görevinin bundan ibaret olduğunu düşünüyorum.”

Ve olayların özüne giden bir yolla yazarken, sizi o yolda ne kadar zorlasa da yeniden yanına çağıran bir sesle, tınıyla yazıyor, yani sizinle konuşuyordur. Onun yazılarında bu konuşma hali, doğrudan size seslenme hali, felsefesini kullanışlı kılmak, pratik hale getirmek içindir – Daha basılmış ilk yazısı Homo Homunculus: Kendini Yaratamayan İnsan’dan başlayarak bu samimi konuşma evreninin içinde bulunursunuz. Deleuze’ün Spinoza’sına duyduğu yakınlıktan kaynaklanır “pratik felsefe” yapma ihtiyacı. Ama aynı zamanda Marksist damarıdır ona bu ihtiyacı duyuran. Spinoza Doğa olarak Hayat’ın belirişlerini hem de geometrik düzende ve pratik bir dille ifade etmiştir. Marx ise, Spinoza’da olmayanı, Tarih’i, ya da Çelişki olarak Doğa-Hayatı, materyalist düşünceye eklemiştir. Deleuze’de Tarih Bin Yayla’ya yayılır. Tahayyülde, hayatı, çelişkili akışlar çoğulluğu şeklinde muhafaza ederek, Tarih’e müdahil olmak gerektiğini savunuyor ve bu müdahalenin kipini; “entelektüelin yapacağı bu çelişkili akışlar içinde “olaya dahil olmak” ve “olayın failleriyle birlikte” “olayı görünür kılmaktan” ibarettir” şeklinde formüle ediyordu. Bilen-özne gibi değil, eylem içinde eyleyen olarak entelektüel-militan formülüdür bu.

Militan olarak entelektüel, böylece, direnilecek olayın biçimini kavrayıp buna uygun direnme biçimleri icat edebilmelidir. “İnsanlar ancak biçimlere direnebilirler, içeriğe değil” şeklinde ifade ettiği ikinci ve daha somut bir formülü devreye sokmaktadır burada da. Sözgelimi, tek bir özelleştirme örneğine karşı durmak yerine özelleştirmenin genel olarak sonuçlarını göstermek gerekir. Buradaki formülü şudur: “Özelleştirme devletleştirmedir, devlet politikasıdır.” Yani, devletin kamu alanındaki sorumluluklarından çekilmesi, bu alanı daraltması ve ardından oluşan işsizlik ve diğer sosyal problemleri daha düşük bir bütçe ayırarak üstlenmesidir demek ister. Veya, Susurluk olayını hiç de derin değil, devletin işleyişinin bir prensibi gibi, yani yüzeyde, gözler önünde cereyan eden ve kolayca örtbas edilecek ve bu yüzden tekrar edecek olan bir ‘yüzey’ meselesi, devletin yüzeyinde örgütlenen bir mesele olarak ele almak, anlatmak gereklidir – öyle tek bir vaka gibi süpürülüp atılamaz. Demek ki Parti, kendisi örgütlenecek bir varlık değil, kendileri yeterince spektaküler olan skandalları spekülatif bir içerik meselesi gibi ele alarak hiç değil, tam aksine, medyanın üzerine düşünmemizi felç ettiği meseleleri görünür kılan mücadeleler örgütlendikçe kendi biçimini bulacak bir akışlar uzamı, bir hareket olarak tasarlanmalıdır. ÖDP: Parti mi Hareket mi? yazısı öylesine erken bir yazıdır ki, bugün bile ilgi göreceği kuşkuludur.

Olayı görünür kılmak, olayın biçimini kavramak ve buna uygun direnme biçimi geliştirmek. O halde, konuşamayanlara ses vermek öncelikli ödevidir devrimci siyasetin. Hapishane sorununu birçok kez ele aldı örneğin. Bunların birinde, Ölüm Orucu – Notlar başlıklı yazısında, ölüm orucu eyleminin, doğrudan yaşam hakkını savunmak üzere direnmek olduğunu şu sözlerle açıklıyordu: “Canlı varlık ölümü düşünemez. Spinoza’dan öğrendiğimiz bu düşünce olgusal değil varoluşa ilişkindir. Onun sayesinde ölüm oruçlarının ölüme değil, yaşama doğru gittiğini, yaşama ilişkin taleplere sahip olduğunu, onunla kenetlenip onu olumladığını öğreniyoruz. Çünkü yaşam dirençtir. Kendine bir süre biçmez, sonunu algılamaz, sona erdiğinde kendisi ortada bulunmaz…”

Teorik düzlemde hayata bakarken de, düşünsel-olaylar ve felsefi-olayların takibine girişiyordu. Olayların hangi fikirlerle anlatıldığını, o fikirlerin formüle ediliş tarzlarına nüfuz ederek, dolayısıyla formülasyonun soykütüğünü de ele alıp irdeliyordu. Bir kez formülasyonları ortaya koyunca metindeki düşünce akışının formunu elde ediyor, böylece de hem o düşünürü yapıtı içinde kolayca izleyebiliyor hem de düşünürün konu edindiği sorunsalların formuna da ulaşmış oluyor ve bu mahareti sayesinde, bu sorunsallarla başka düşünürlerde karşılaştığında, yine kolayca, artık oluşturmuş olduğu bu sorunsallar kartografyası içinden düşünmeye, kendi meselelerini sorgulamaya geçebiliyordu. Ve tabii, valizinde taşıdığı “komünizmin neşeli aydınlığı” onda meselelerin meselesi olarak işlediğinden, Kapital’e belki de on kez dönmüş olabileceğini söylediğinde henüz otuzlarının ortasına bile varmamıştı. O bir kitabı okumuyor, katediyordu zaten.

Kısacası, bilimler ve felsefede ilgilendiği “olayları” hem tarihsel perspektifler hem güncel tartışmalar ışığında izlediği gibi, kültür tarihi ve sanat alanına ilgisini kendi “mevzuları” üzerinden canlı bir şekilde sürdüren ve bunu sentez yapmak için sentez yapma gücüyle başaran, yani düşünme faaliyetini sürekli bir inşa faaliyeti olarak yürüten, üstelik, doğumunu kendi kendine, yalnız başına gerçekleştiren orijinal bir düşünürdür Ulus. Althusser, Freud ve Lacan makalesinde, doğumunu kendi başına gerçekleştiren düşünürlerin trajedisini şöyle resmeder: “Batı Aklı’nın tarihinde, doğumlar söz konusu olunca, büyük titizlik gösterilmiş, öngörüyle davranılmış, bütün önlemler alınmış ve uyarılar yapılmıştır. Doğum öncesi tedavi kurumlaşmıştır. Bir yeni bilim doğduğunda, aile çevresi, şaşkınlığa kapılmak, sevinip kutlamak ve vaftiz etmek için hazır ve nazırdır….Benim bildiğim kadarıyla 19. yüzyılda, beklenmeyen iki ya da üç çocuk doğdu: Marx, Nietzsche ve Freud. Bunlar, törelere, ilkelere, ahlaka ve terbiyeye aykırı düşünce anlamında “doğal” [gayri meşru] çocuklardı; çünkü doğa, ayaklar altına alınmış kural, evlenmemiş-anne ve meşru babanın yokluğuydu. Babasız bir çocuğa, bunu çok ağır ödettirdi Batı Aklı. Marx, Nietzsche ve Freud, ayakta kalabilmenin kimi zaman korkunç olan ceremesini çektiler: Karşılığını, her şeyin dışına atılmakla, mahkûm edilmekle, aşağılanmakla, sefalet çekmekle, açlıkla ve ölümle ya da çıldırarak ödediler….Yalnızca onlardan söz ediyorum çünkü onlar, bilimlerin ve eleştirinin doğuşu oldular.” 20. yüzyıl için ben sadece kısmen bildiğim Althusser, Foucault ve Deleuze’ü de “doğal” çocuk olarak düşünmüşümdür. Tabii, Deleuze’ün “filozofların hükümdarı” dediği Spinoza belki de ilk büyük heretikti. İşte Ulus da onların soyundan gelir. Neyse ki, az sayıda da olsa düşünsel alışverişte bulunduğu Türkiyeli ve yabancı dostları oldu.

Duyguları tutan, düşünceleri onları oluşturan fikirlerin fikirlerine ulaşıncaya kadar takip eden bu emsalsiz adam aynı zamanda dışlanmışların, kendi sesiyle konuşamayanların sokağın sesi olmayı rahatlıkla becerebiliyordu. Hele de yüz yüze ilişkilerde büyük bir zerafetle destek veriyordu “yaralı” arkadaşlarına. Dost’tu ama, hem klasik filozofların somut etik düşüncelerinin merkezine yerleştirdikleri dost, hem de Deleuze ve Guattari’nin Felsefe Nedir? de söz ettikleri kavram dostu, düpedüz bu ikisini birleştiren Spinoza’nın neşeli dostuydu.

Gece’ye nasıl direnilir? İşte bunu gösterdi bir yandan. Direnenleri de yakından ve gönülden izliyordu o neşeli bakışıyla. Dostoyevski’nin “insan herkesten, her şeyden sorumludur” şiarıydı bakışındaki. Peki ya keder? Neşenin kardeşi keder. Kederin de büyüğünü yaşamıştır erken yaşta, dostu Spinoza gibi. Neşesini, henüz 22 yaşındayken üçer-dörder yıl arayla yaşadığı üç büyük trajik olaya, (savaşta evlerinin içine düşen ve dayısının evin dışına geri atabildiği bomba, babasının öldürülmesi ve annesinin kansere yakalanarak sıkıntılarla ölmesi) rağmen muhafaza edebilmesi, muhakkak ki, aileden edinilen dokuya, hele de annesinden bahsederken yüzünde beliren o muhteşem hüznün ortasındaki hâlenin de işaret ettiği gibi, belki de daha çok anneden gelen müthiş sevme gücünden kaynaklanıyor olsa gerek. Yaşadıklarına rağmen bir sevgi-jeneratörü haline gelmiş, ailesine olan özlemini başkaları ile birlikteliğinde sevinç üreten bir güce dönüştürebilmiştir Ulus: Onun anomalisinin bu olduğunu düşünüyorum. Bir duygu-muhafızı olmaya karar verdiği ayrıcalıklı an, babasından kısa süre sonra annesini de kaybetmiş olması gibi görünür bana.

Spinoza da, İnsan Anlağının Düzeltilmesi Üzerine İnceleme’de belirttiği gibi “erdemli” olmanın kendisi için en iyi hayat amacı olduğuna erken yaşta karar vermiştir. Hayat...? Nasıl karşılamalı (?) bu karmaşayı….Ulus, Spinoza’nın Etika’sının Sunuluşu yazısında o ayrıcalıklı anda verdiği kararı da bize bildiriyor gibidir: “…Böyle bir karmaşada Spinoza tek çarenin "erdem" denen şeyin doğa tarafından zaten sağlanmış olan temelini formüle edebilmek ve ona uygun yaşamak olduğunu söylüyor: iyi kavrayan bir egoizm, kendine gerçekten faydalı olanı aramak. Bu ise haliyle upuygun bir şekilde mümkün olduğunca fazla sayıda şeyi tanıyıp bilmeyi gerektirir….Bu başarılabilirse sadece bize faydalı olandan ortak olarak herkese faydalı olana geçiş için bir yol açılacaktır. Toplum halinde yaşamanın faydası, çatışmalara ve çelişmelere rağmen insanların, hiçbir zaman Hobbes'un tasvir ettiği "doğa halinden" çıkamayacaklarının kabulüyle güvenlik ve barış içinde yaşama arayışları.” Yani, bu iki doğal çocuk ilâh olmadıkları gibi, Spinoza da ilâhiyâtın Tanrı’sını Doğa’ya yayıp insanlığın hizmetine sunmaktadır sadece.

Zaten, Ahmet Telli ile yaptıkları, Vicdan: Romantizmin Ruhu adıyla yayımlanan söyleşide, romantizmin etik arayışının ufkunda vicdanın yeraldığını söyleyip vicdanın ilahiyatın aşkın bireyi ya da kapitalizmin atomlaşmış bireyi yerine, gücünü kendi içkin kudretlerinden alan bireyde temellenebileceğini önerirken, kutsallıktan arındırılmış etik bir perspektifin bir haritasını verir: “Birey sorumludur…Yaptığı her şeyden sorumludur…Bu eski bir fikirdir ve romantizmin çıkış noktasıdır. Ama birey aynı zamanda yapmadıklarından da sorumlu tutulamaz mı? Vicdanın ufkunu bulmak romantizmin en önemli sorunuydu. Yalnızca yaptıklarından değil –bu en eski düşüncedir, en ilkel toplumdan modern hukuksal düzenlere varıncaya kadar zaten vardır- yapmadıklarından, ötekilerden, kendisi olmayanların eylemlerınden, eylemsizliklerinden, yapabileceği ama yapmadıklarından, gelecekte yapacaklarından sorumludur…Vicdanın tanımıdır bu… Vicdan romantizmin ufkudur; ‘son romantik’ bu en uçtakidir ama artık bireyliğini yitirmiş, en aşağılık ve en üstün ruhların, nefeslerin kararsız karışımından ibaret bir ‘açıklık’ olarak. Romantik birey biraz anlayışsızca formüle edilmiş bir laf…Romantizmin ufku bireyliğin dağıldığı, başka bireyliklere karıştığı, sanallaştığı, zamanı ve mekanı yitirdiği saf duygular dünyasıdır…Devrimci romantizmin bu yüzden artık yeni bir formülasyona ihtiyacı var… Ben bunu bir ‘aralıklar’ kuramı olarak tanımlamak isterdim. Aralık, mesafe değildir. Mesafe birbirlerine ne kadar yakın, ya da örtüşmüş de olsalar iki şey, iki olgu arasındaki ‘uzaklığı’ ölçen şeydir. Aralık ise, birbirlerinden istedikleri kadar uzak olsunlar, iki şey, iki olgu arasındaki ‘yakınlığı’ ölçen şeydir. Nesnel olarak aynı şeyleri ölçerler ama biri uzaklığı ve farkı, diğeri yakınlığı ölçer… Şimdi romantik birey, ‘aralık’ formülüne gönderen düşünme tarzlarından yalnızca birisidir –dünyanın en uzak yerinde gerçekleşen bir olay, bir isyan, bir sömürü, işkence ve eziyet, küçük bir çocuğun faveladaki mutsuzluk ya da sevinç tarzları- bunlar bize ‘aralıklarla’ bağlanırlar…Öyle ki onlar biziz, biz de onlar çünkü aynı sorunları, _tek ve bir olan_ aynı hayatı yaşamaktayız…”

Ünal hocasının ardından dediği gibi, sanki bir tür kutup yıldızına işaret etmiştir düşünce göçebesi olarak. Duygu muhafızı olarak bir kuyrukluyıldızdır ama. Aylâsı bir dostluk bulutu olarak duruyor aramızda. Bütün aralıklarda. Yazıları ve konuşmalarına kulak vermek yeterli bu hayat dostunun kendisini ve evrenini sevmek için. O da sizi sevecektir o dost bakışıyla, emin olun!

 
  arama     rss-feed    bize yazın    harita metot    ENGLISH