|
||||||||||||||||||||||||||||||||||
Orlando Ya Da Kadınlaşmak*Ulus BakerKadınlaşmalar, oluş süreçlerine ayrıcalıklı bir giriş noktası oluşturuyorlar. Bu kadınların cadı olmalarından değil, her türlü büyücülüğün, başlangıç olarak, bir kadınlaşma, kadın-oluş ile başlamasından geliyor. Çok daha uzak ve aşırı durumlarda ise, neredeyse bir yaşam amacı gibi, unsurlaşmalar, hücreleşmeler, molekülleşmeler ve farkedilmez-oluşlar bulunuyor. Cadıların süpürgesi nereye götürüyor bizi? Ya da Moby Dick Ahab’ı sessizce nerelere sürüklüyor? Lovecraft’ın kahramanlarından biri acayip hayvanlarla karşılaşır bir yerlerde. Ama bu yalnızca yoldadır. Daha uzaklarda artık ritimleri anlaşılmaz dalgalarla ve fark edilemez parçacıklarla karşılaşılacaktır. Bilim-kurgu belki hayvanlarla, bitkilerle, madenlerle işe başlamıştır ama yolu onu fark edilemez parçacıkların, bakteri ve virüslerin karşısına getirecektir. Müziğin tam anlamıyla “müzikal” olan içeriği kadınlaşmalarla, çocuklaşmalarla, hayvanlaşmalarla yüklü değil mi? Ama müzik tarihinde bu da yeterli olmadı. Aletlerin ve kullanımlarının evrimine baktığımızda karşımıza "işitilemez" olanın kendini dinletebildiği bir müzik dünyasıyla karşılaşmıyor muyuz: tüm bir Kozmos'a seslerini kazandırmak, onu işitilir kılmak müziğin kendisi değil mi? Unutmamalı ki, “kadınlaşmak” ya da “çocuklaşmak” hiç de yeterli değil. Kadın ya da çocuk bir amaç olamaz. Ne kadın için ne de erkek için. Orlando’nun otuz yaşında, dört yüz yıllık yaşamının ilk zamanlarında “kadınlaşması” zorunlu olarak kadınlaşma sürecinin bir “genç kız”-oluş unsurundan ya da kesitinden geçmesi gerektiğini hatırlatıyor bize. Her oluş başka bir oluşu takip eder, sıraya girer. Kurtadamlar öldüklerinde vampirleşirler. Bu şaşırtıcı bir durum değil, çünkü oluş ve çoğulluk aynı şeyler. Bir çoğulluğu, bir çeteyi, bir sürüyü unsurlarıyla, oluşturucu öğeleriyle tanımlayamazsınız. Aynı şekilde bir çoğulluğu bir merkez ya da birleşme, toplaşma yeri de tanımlayamaz. Bir çoğulluk doğası değişmeden herhangi bir boyut kazanamaz ya da kaybedemez. Onun varyasyonları ve boyutları kendi içinde olduğundandır bu. Freud’un iyileştiremediği (çünkü hiçbir şey anlamadığı) ünlü Kurt-Adam’ının kurtlar çetesi bir arı kovanına, bir göt-deliği tarlasına, küçük gözeneklerle minik yaraların bir ekranına dönüşebiliyordu rahatlıkla: Bulaşma etkisi unutulmamalı. Bir Benliğin çoklukların bu birbirini takip edişi karşısında afallaması ve büyülenmesi. Anlaşılıyor ki Benlik, Kendilik, ya da buna benzer diğer soyutlamalarla anlatılmak istenen Ben, bu afallamalara ve büyülenmelere mahkûmdur. Bunun nedeni, kendisinden kopup giden “sonraki-oluş”ların, hayvanlaşma ve şaşkınlık-verici molekülerleşmelerin hâlihazırda kendi içinde işlemekte olan ve bilincinde olmadığı başka “oluş”ları, sözgelimi “kadınlaşmaları” takip ediyor olmalarıdır. Anlaşılıyor ki, Kendilik, Benlik ya da kısaca Ben adı verilen şey iki çoğulluk arasındaki bir eşikten, bir kapıdan, bir oluştan ibarettir. Her çoğulluk Anomal olarak işleyen bir sınır çizgisiyle tanımlanır. Ama bu çizgiler de çoğuldur. Her bir kapıda, her bir eşikte yeni bir ittifak, yeni bir anlaşma mı vardır yoksa? Sanki bir lif hayvandan insana, bir insandan moleküllere, moleküllerden parçacıklara oradan da farkedilmezlere ulaşmaktadır. Öyleyse her lif sonsuzca bir Evren-lifidir. Açıktır ki Anomal’in ya da Dışarıdan Gelen’in birçok “işlevi” ve rolü var. Yalnızca bütün çoğullukları sınırlandırmakla, kuşatmakla kalmıyor ama aynı zamanda virüsvari oluş süreçlerini harekete geçiriyor, daha da önemlisi “kaçış-çizgilerini” yaratıyor. Moby Dick sürüyü sınırlandıran Beyaz Duvar’ı cisimleştirmekle kalmaz. O aynı zamanda şeytansı bir İttifak Vadesi’dir de; son olarak da, ötesinde artık hiçliğin bulunduğu bir Avlanma Çizgisi’dir: Duvarı kateden ve kaptanı çekip götüren çizgi... Nereye?... Boşluğa... Önemli bir hatadan kaçınalım: oluş liflerinin bu uzanışını, bu dönüşüm ve kavşakları mantıksal bir süreç anlatamaz. Her an bir hayvandan bir bitkiye, bir sokaktan yatak odasına, bir insandan bir moleküle uzanabilir. Her çoğulluk biyologların deyimiyle bir sembiyozdur. Onun oluşu hayvanları, bitkileri, mikroorganizmaları, çılgın parçacıkları, yani galaksinin tümünü birbirine bağlar. Farklı türlerin bu bir arada bağlanışlarını anlatacak önceden düzenlenmiş bir mantık düzeni de yoktur. Kurt-Adam’ın kurtlarını, arılarını, göt-deliklerini, minik yaraları birbirine bağlayan mantıksal hiçbir bağ olmadığı gibi. Elbette büyücülük bazı dönüşüm ve oluş süreçlerini denetimi altına almak, kodlamak zorundadır. Virginia bunu yazıyla yapar, şaman ise geleneksel tedavi reçeteleriyle. Alexandre Dumas’nın az popüler romanlarından birini hatırlayalım: Kurt Yetiştiricisi... Büyücü, Şeytanla ilk anlaşmasında isteklerinin gerçekleşmesini sağlar. Ama herhangi bir isteğinin her gerçekleşmesinde saç tellerinden biri ya da birkaçı kızıla dönecektir bunun karşılığında. Doğrudan saç çoğulluklarının arasındayız işte. Saç teli bir sınır çizgisidir. Ama bununla büyücünün kendisi de kurtların sınır çizgisini oluşturur. Çetenin reisidir. Ama zamanla kafasında tek bir insan-saçı teli kalmadığında, tümü kızıllaştığında ikinci bir sözleşme onu kurtlaştıracaktır. Bu sonsuz bir kurtlaşmadır çünkü yılda ancak bir gün bundan bağışık kalacaktır. Saçlar çoğulluğuyla kurtlar çoğulluğu arasında isterseniz bir “benzerlik” bağıntısı kurabilir, kızıllaşan saçların kurtların postuna benzerliğinden bahsedebilirsiniz. Ama benzerlik burada sadece ikincil bir önem taşır. Çünkü romanda dönüşümü sağlayan kurt siyahtır ve tek bir beyaz kılı vardır. Aslında durum şudur: bir saç çoğulluğu vardır ve kızıl-postlaşma sürecine girmiştir. Ardından ikinci bir çoğulluk, kurtlar çoğulluğu, insanın hayvanlaşmasına götürür. İşte bu ikisinin arasında bir eşik, bir lif, bir sembiyoz vardır dönüşümleri yönlendiren. İşte büyücüler böyle çalışırlar. Mantıksal bir düzene uyarak değil, mantık dışı uygunluklara ve uyarlanmışlıklara göre... Tanrı bile neyin neye dönüşebileceğini önceden kestiremeyecektir çünkü... Peki, kaçış-çizgisi nereden geçecek? Bu da Tanrının bile öngöremeyeceği bir yerdir. Ya aileye geri dönecek, finolaşacaksınız yeniden, ya da aksine, Kaptan Ahab'ın başına gelenler gibi kendini yok edişe, mahvoluşa sürükleneceksiniz. Kaçış çizgileri tehlikelidir. Her tarafta inanılmaz riskler vardır. Ama bunlardan kurtulma yolunda umut da her zaman beslenebilir. Varoluşçu filozofların bahsettiği bir “özgür seçimler” dünyasında değiliz artık. Bir örneğe bakalım yine: birisi piyano çalmaya yeniden başlar. Bu çocukluğuna Ödipal bir yeniden-dönüş müdür? Yoksa bir ölme, sesler içinde yokolma türü mü? Söz konusu olan onun kendisinden çok farklı oluş biçimlerini de kat ederek yeni bir sınır çizgisi oluşturmasıdır: piyanist olmadan, ya da yeniden-piyanist olmadan piyano çalmak... Bu bir çıkış yolu mudur peki? Yoksa Şeytanla bir sözleşme mi? Eninde sonunda bunların hepsi değil mi söz konusu olan... Yani bir rizom oluşturmak? Oluş ve çoğullukların önceden belirlenmiş mantıksal bir düzeni yoktur dedim. Ama "kıstasları" var... Kıstasların önemi ve aciliyeti, herşey olup bittikten sonra değil, olayların akışı sırasında uygulanabilmeleridir. Lovecraft büyücülüğün en son sözünü söylüyor: “Sonra dalgalar büyüyerek güçlendiler ve onu, hâlihazırdaki parçacığının ancak sonsuz küçüklükte bir kısmını oluşturabildiği çok-biçimli varlıkla barıştırarak kavrayış gücüne yardım etmeye çalıştılar. Ona, uzaydaki her şeklin fazladan bir boyutu olan başka bir şeklin bir düzlem tarafından kesilmesinden ibaret olduğunu, sözgelimi bir karenin bir küpten, bir dairenin bir küreden kesildiğini anlattılar. Öyleyse küp ya da küre de dört boyutlu bir uzaydan kesiliyorlardı... İnsanların yalnız tahminlerle ya da rüyalarla algılayabilecekleri şeyler... Oysa bunlar da beş, altı ve düşünülemez kadar sonsuz sayıdaki boyutlarda yer alan şekillerden kesilmiş değiller miydi?..." Buradan “uyum düzlemi” adını verdiğim bir felsefi kavramı tanımlayalım şimdi de: boyutların sayısını ikiye indirmek şöyle dursun, uyum düzlemi bütün boyutları, boyutların hepsini kesmek üzere biçimlenmiştir. Bütün boyutların kesiti... O buralarda herhangi bir sayıdaki çoğullukları kuşatacak, çerçeveleyecek şeydir. Öyleyse bütün oluş süreçleri, büyücülerin yazı ve işaretleri gibi bu uyum düzlemi üzerine yazılırlar. O mutlak Kapıdır, her şeyin dışına çıkaran tek kapı... Tek kıstas odur... Ne mantık, ne akla uygunluk, ne de çelişkilerden kaçınma kuralları... Burada mantık kurallarının da ötesindeyiz. Uyum Düzleminin oluşturduğu kapının dışına düşmemek için büyücü ne mantığa ne de bilime ihtiyaç duyacaktır... Ama uyum planı kıstasına ya da ilkesine uymak zorundadır. Öyleyse yeni bir soru: Herhangi bir çoğulluk bu yoldan boyutlarını korumayı başarabilecek midir? Aynen kitap arasında korunan yassılaşmış bir çiçek gibi? Kaplumbağalaşması içinde D.H. Lawrence’i yeniden hatırlayalım: Orada en basit ve hantal hayvansı hareket yeteneğinden başlayarak düzeylerin en soyut, en saf geometrisine doğru gitmiyor muydu? “Her şey bölünüp kaçıyor elden”... Ama boyutlardan hiçbir şey kaybetmeksizin, dinamizmden, hareket yeteneğinden hiçbir şey kaybetmeksizin. Lawrence kaplumbağalaşma çizgisini bir uyum düzlemi üzerinde yürütüyordu. Orlando’nun kadınlaşmasını hatırla: hiçbir şey kaybetmeksizin bir kadınlaşma değil miydi bu... Ya da ardından “büyücüleşmesi” ya da “yazarlaşması”? Herşey uyum düzleminin, bu tek kıstas ya da büyücülük ilkesinin oluş süreçlerinin en uç noktasında olduğunu gösteriyor: bu uç nokta “fark edilmezleşme” diye adlandırılabilir. Daha doğrusu farkedilemez olanın görülebildiği, farkedilebildiği tek yer uyum düzleminden başkası değildir. Boyutların tümünü kestiğinde soyut bir Şekil ile, soyut bir Makine ile karşılaşacak değil miyiz en sonunda? Bu Yüce Makine tasarımını sapkın filozof Spinoza’ya borçluyuz: facies totius universi... Evrenin Herşeye Dönük Yüzü... Olabilir ve olan her şey, her düzenek, her organizma, her düşünce onun karşısında bir çoğulluk, bir oluş, bir kısım, bir titreşim değil mi? Ve soyut Makine onların tümünün ortak kesiştiği yer? Titreşimler dedim... Dalgalar titreşimlerdir. Sayısız soyutlamalar halinde uyum düzlemi üzerine yazılmış kayan sınırçizgileri... Dalgaların oluşturduğu soyut bir makina vardır. Virginia Woolf’un The Waves’i (Dalgalar)... O değil miydi hayatının ve eserinin tümünü bir geçiş, bir oluş yapan? Yaşlar, cinsiyetler, unsurlar ve krallıklar arasında geçen her türden oluş? O değil miydi yedi karakteri, Bernard, Neville, Louis, Jinny, Rhoda, Suzanne, ve Percival’i birbirine karıştıran? Virginia’dan beri feminist edebiyat farklı kimliklerde kadınları farklı yerlerde (hapishane, kır evi, bir şato, bir genelev vb.) bir araya getirmeye ve onlara özel, mesleki vb. hayatlarındaki sorunları konuşturmaya iyice alışmıştır. Sayısız örnek verilebileceği için belli bir tanesini söylemiyorum... Ama nedense buralarda kadınların her biri belli bir meslekten (özellikle her bir mesleğin, edebi bir hamlığa delalet edecek şekilde ayrı türden olmalarına dikkat edilir) olmaları, farklı kimlik ya da kaderlere sahip olmalarına rağmen, asgari müştereklerde ve protestolarda, asgari olarak paylaşılan sorunlarda birleşmeleri gözetildiğinden feminist edebiyat Virginia’nın Dalgalar’ının gücünü asla yakalayamamıştır bir daha. Virginia’da ise bu karakterlerin her biri kendi adlarıyla, bireylikleriyle birer çoğullukturlar aynı zamanda. Sözgelimi Bernard ile balık okulu. Her biri aynı anda bu çoğulluğun hem içinde, hem de kıyısındadır... Bir kıyıdan öteki kıyıya, ötekilerin çoğulluklarının içine sızabilirler. Göründüğü kadarıyla Percival mümkün olduğunca fazla sayıda boyutu sarıp sarmalayan en üstün çoğulluktur. Ama henüz uyum düzlemi değildir. Rhoda onu denizin yüzeyinden yükselir gibi gördüğünü düşünse de... Yok yok, o değildir: “Bembeyaz kolu dizi üzerine yaslanmışken bir üçgendi; şimdi dikilmiş, bir sütun oldu; şimdi ise bir musluk... Ardında deniz kükrüyor. Erişemiyoruz ona.” Karakterlerin her biri bir dalga gibi ilerliyor... Ama uyum düzlemi üzerinde hepsi tek bir soyut Dalga oluşturuyorlar. Bu dalganın titreşimi bütün düzlemi kateden bir kaçış veya göç çizgisi üzerinde yayılıp duruyor. Virginia’nın romanının her bölümü dalgaların bir görünümü üzerine, geçen saatlerinden biri üzerine, oluşlarının biri üzerine felsefi bir düşünme ile açılıyor. İşte Virginia’nın günümüz “feminist” edebiyatında har vurulup harman savurulmuş gücü: orada “çeşitli” meslek gruplarından, “sınıflardan” vb. gelen, başarılı ya da başarısız kadınlar yok. Daha doğrusu karakterlerin ilk belirlenimi olarak yok. Dahası modern feminist edebiyatın kaçınamadığı “roman toplantılarına” erkekleri dahil etmeme ilkesi (ya da rahatsızlığı) söz konusu değil... Virginia her türlü oluş halindeki erkek karakterlerle neden daha rahattır? Çünkü kimliklerin ve durak noktalarının, kadınlığın vb. değil, oluş süreçlerinin ve dalgaların edebiyatını yazmaktadır. Tanrıbilimin “oluş” fikrine karşı tavrı kesindir: kurtadamlar yoktur, insanlar hayvanlaşamazlar. Bunun nedeni, özleriyle yaratılmış biçimler, özsel biçimler dönüşüme uğrayamazlar, birilerine devredilemezler. Yalnızca birbirlerine benzeyebilirler. Şeytan ile cadı, büyücü, buna karşın tanrıbilimci için daha az “gerçek” değildirler. Çünkü tümüyle şeytani bir “yerel hareket” olanağı vardır. Engizisyon davalarında iki boyut arasında ayrım yapılır: Birincisi Odyseios’un yoldaşları, ikincisi Diomedes’in yoldaşlarıdır. Hayali bir bakış bir tarafta, dile getirme, telaffuz etme diğer taraftadır. Birincisinde kişi kendinin bir hayvana dönüştüğüne inanır --bir domuz ya da kurt. Buna onu görenler ya da dinleyenler de inanırlar. Ama bu tanrıbilimci için insanın içinde geçen yerel bir hareketten ibarettir: duyulur imgeleri yeniden hayal gücüne taşıyarak dış anlamlarından koparır. İkinci durumda ise Şeytan gerçek hayvan bedenlerinde “belirir”. Üstelik bu hayvan görüntüsü altında başına gelen kaza ve etkileri başka bedenlere de taşıyarak... Sözgelimi Şeytanın içinde belirdiği bir kedi ya da kurdun bedeni, bir insanın bedenindeki yaralara tam olarak benzeyen yerlerden yara alabilirler. Bu aslında insanların gerçek anlamıyla hayvanlaşmayacağını söylemenin başka bir türüdür. Ama yine de insanın hayvanlaşması diye tasavvur edebileceğimiz şeytani bir gerçeklik de söz konusudur hala. Öyleyse iblis her türden yerel taşımacılık yapabilir. Şeytan bir taşıyıcı, bir nakliyatçıdır. Ruh hallerini, duygulanımları hatta bedenleri taşır: Engizisyon bir noktada çok açıktır --cadının süpürgesi ya da “Şeytan aldı götürdü.” Ama bu nakliyat yalnızca yerel, sınırlıdır. Öz olarak yaratılmış biçimleri, tözleri ya da özneleri etkileyemez. Ama tanrıbilimcilerin iblisbilimiyle (demonoloji) pek bağlantısı olmayan farklı yasaların devrede olduğu bambaşka bir sorun da vardır. Bu daha çok simya, giderek fizik bilimiyle bağlantılanır. Bu “tesadüfî biçimler” sorunudur... Bunların hem belirli öznelerden hem de özsel biçimlerden ayırdedilmeleri gerekir. Çünkü tesadüfî biçimler “az” ya da “çok” olabilirler... Az ya da çok iyi, ama az ya da çok beyaz, az ya da çok ılık... Isının bir derecesi ısıyı alan, kapan şeyden tümüyle bağımsız, kendi başına bireysel varoluşu olan bir ılıklıktır. Bu yüzden belli bir ısı derecesi belli bir beyazlık derecesiyle ortak bir bileşime girebilir. Ya da başka bir ısı derecesiyle. Böylece, onu taşıyan nesneden bağımsız, kendi başına bir bir birey oluşturabilen bir bileşim oluşur. Soru aslında şudur: bir günün, bir mevsimin, bir olayın “bireyliği” ne türdendir? Daha kısa bir gün, daha uzun bir gün, doğru söylemek gerekirse, uzam olmaktan çok uzama özgü derecelerdir. Sanki ısıya, renge, tınıya ilişkin dereceler vardır. Öyleyse tesadüfî bir biçimin birbirleriyle bireşime girebilecek bireyleşmelerden oluşan belli bir “yüksekliği” vardır. Bir derece, bir yeğinlik, bir gerilim düzeyi bireydir. Buna düşünürler “haecceitas” (iştelik) diyorlar. Ama bir haecceitas başka derecelerle, başka yeğinliklerle ortak bir bileşime girerek başka bir birey oluşturur. Süratler, yavaşlıklar, ısılar vs. birbirleriyle doğrudan toplanamazlar... Çünkü onlara sahip olan öznelerin de toplanmaları gerekir. Kısacası, tözsel biçimler ile belirlenmiş özneler arasında, bu ikisi arasında yalnızca şeytani nakliyatlar bulunmakla kalmaz, aynı zamanda doğal bir iştelikler, dereceler, yeğinlikler, olaylar ve tesadüfler oyunu yer alır. Bunlar, kendilerini kabul eden özneninkinden çok farklı türden bireylikler oluştururlar. Virginia’nın eseri bu "iştelikler" düzleminde yer alır... Bir konuyu, bir karakteri, bir özneyi anlatmak yerine, ya da ondan daha önce, dalgaların yüksekliğini, yoğunluk derecelerini, manzaranın şiddetini, duyguların derecelenmelerini anlatmak! Herhangi bir biçimde bunun yolunu açmak, “tözsel” biçimlerden, kendiliklerden çok farklı bireyleşmeleri oluşturmak gerekiyor öyleyse... *Bu metin, beş mektuptan (on metinden) oluşan “Haecceitas” dosyası içinde yer alıyor. Mektuplar, sahneleyeceği bir Virginia Wolf oyunu çerçevesinde elektronik bir daktiloyla tek kopya olarak Yeşim Eyüboğlu’na yazılmış. |
||||||||||||||||||||||||||||||||||
|