körotonomedya > türkçe > ulus baker
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

H. ve h. ya da Ekmekçinin Metafiziği

Jean-Pierre Faye - Çeviren: Ulus Baker

Size biraz, Edgar Morin'in California'da imal edilen iki kafalı yılanlara dair hikayesine benzeyen bir hikaye anlatacağım -ve bu yılanlar, maalesef, iki kafalı olma ayrıcalıklarına rağmen çok meşakkatli ve kısa hayatlar sürebilmişler, çünkü iki kafa beslenmek için birbirleriyle dalaştığından her ikisi de açlıktan ölüme sürükleniyormuş. İşte yine, otuzlu yıllara doğru Söylemin içinde çok "tekil" ve biricik bir şekilde üreyen iki başlı bir yılan varmış. Size onu tasvir etmeye çalışacağım; siz de en azından bir süre için, aynı canavarın gövdesinden fışkırmış bu iki kafanın kimlere ait olduğuna boş verin. Göreceğiz, özel adları var onların, hatta kendilerine ait inisiyalleri bile var...

Varsayalım 1933 yılında iki dost Reich denen bir şey, tarihin hesaplamasına göre "Üçüncü" denen bir Reich için omuz omuza birlikte savaşmış olsunlar. Büyük bir ateşle ve ustalıkla, bu iki dost yeni zamanları büyük bir tamamlanışın çağı olarak tasvir etmiş olsunlar. İçlerinden biri, adı "H" harfini taşıyanı (ve o asla düşündüğünüz kişi değil, her ikisi de -benimki de sizinki de- oraklarını biliyor olsalar bile) büyük H.'nin gerçekten "bugünün ve yarının gerçekliği" olduğunu söyleme ayrıcalığına erişmiş olsun. "Olduğunu" (ist) kelimesinin de altını çizmiş olsun -bizzat "olmanın", varlığın kendisinin sorgulanıyor olduğunu göstermek için... 1933 yılının "Devrimi", ki bu devrim bir karşı-devrim olduğunu bizzat kendisi söylemekteydi, demek ki "varlığın özüne geri dönüş"ten, bir Wieder Lehren Wesen des Seinsz'dan başka bir şey değildi.. Batının, Grek dilinden Alman İdealizminin o büyük diline dek felsefi tarihinin büyük kavramlarının kuşatıldığı muazzam bir dil.

Bütün o 1933 yılı boyunca, K. (göreceğiz ki bu tehlikeli "K", Kafka'nınkiyle aynı değil) H. ile, ya da daha doğrusu küçük H. ile dirsek teması içindedir. Her ikisi de, K. ve küçük H. büyük H.'ye hayrandırlar. Ama gelin görün ki 1934 yılına girerken aralarından biri için çok rahatsızlık verici bir şey olur. K.'nın ve küçük H.'nin kaderleri belli belirsiz, nerdeyse sessizce, birbirinden ayrılır. K. büyük H.'nin memurlarına küçük H.'ye karşı mesajlar, küçük anlatılar göndermeye ve bu adamın o kadar muzafferane bir çağın "yeterli filozofu" olmadığını, göründüğünün aksine, tehlikeli bir sapkın, neredeyse bir muhalif olduğunu, kendisine "genellikle atfedilen Nasyonal-Sosyalizmin filozofu" olmadığını, "bambaşka bir şey" olduğunu söylemeye koyulur... Bu "bambaşka şey" bir anda belirecektir ve bu tam da üzerinde durmakta ısrar ettiğim söylemin biricik bir anında gerçekleşecektir. Çünkü günümüzdeki okullu, akademik, yüce felsefenin gözünden hep kaçan şey tam da budur: -bu tekillik, bu biriciklik felsefi söylemin büyük dilindeki bu tekilleşme tohumu...

1934 yılının İlkbaharında bay K.'nın derecesi yükseltilir ve artık pek yakında iki "S" ile mücehhez bir Kurmay-Albayın dengi olacaktır (Obersturmbanführer -SS Kurmay Albayı)... Ve küçük H:'ye, "yetersiz" filozofa saldıracaktır. Onun için şunları diyecektir: Nasyonal-Sosyalizm meselesinde yeterli olmak şöyle dursun, bay küçük H. "tümüyle bambaşka bir şeydir.".. Metinde şöyle yazılıdır bu: "metafizik bir nihilizm, yani bugünlerde Yahudi edebiyatçıların temsil ettiği şey..." İşte bakın küçük H. bir anda "Yahudi edebiyatçı" oluvermiştir -o çağ için aşırı ölçüde tehlikeli bir suçlama, üstelik "metafizik nihilist" olarak. Bu kez saldırı kamuya açıktır; bay küçük H. titremeye başlar.

Böylece felsefi bir korku felsefi dile girer. Bu korkudan henüz çıkamadık... Şimdilerde, söylemek gerekirse bu korku öğretilen, ve özellikle Fransız dilinde öğretilen "büyük felsefe dili"nin içinde kurulmuş haldedir. Fransız dili bilinçli olarak artık ideolojik türümüzün yaşadığı vatan haline gelmiş bu mesajı yayma işine (mümkünse Atlantik-ötesine) sarılmıştır.

Çünkü daha 1935 yılından itibaren, işte Freiburg Üniversitesinin eski rektörü olan (o anda istifa etmişti) küçük H. metafiziğin her bir şeylerin düşüşünü yönlendiren bir nihilizmden başka bir şey olmadığını, insanlık tarihinin, özellikle de Atina düşüncesiyle başlayan ve V. yüzyıl Atinalılarınca "felsefe" adı verilen bu düşüşün başlangıcından itibaren olduğunu tekrarlamaya koyulacaktır.

Eğer "metafizik" kelimesi okul kitaplarının bir kelimesi, eğitimin bir parçası olduysa, onun izini sürebiliriz -ki bu çok güzel bir yol olacaktır zaten. Bu Makedonya asıllı bir Atinalının birtakım kitaplarını işaretleyen bir kod sözcüktür -Aristo ve Meta-ta-Fusika... Atinalıların hemen unutuverdikleri, Romalıların ise hiç bilmedikleri bu kitaplar, ciddi olarak okunmaya başlamak için Mezopotamyalıları, Fırat Vadisi'nde yaşayan Grek-Suriyelileri, ve son olarak da X. yüzyıl Abbasi Araplarını beklemek zorunda kaldılar. Tesadüfen "metafizik" adı verilmiş bir sorunun üstündeki o büyük uğraşı işte orada başlıyor: gerçek olan şeyler ya da kendi öz söylemimiz üstüne tekil veya genel önermeler ileri sürmeye nasıl muktedir olabiliriz?

Böylece "metafizik" kelimesi Batının dillerine işte Orta Asya'dan, Buhara'dan geçen ve sonuçta Cordoba ve Marakeş'e kadar uzanan bu uzun yolculuktan sonra geliyor. Marakeş'ten sonra, metinleri Arapça'dan Latince'ye çevirirken Michael Scott'un kaleminden alıyoruz bu sözcüğü -Subjectum Movens'in çevirmeni -durum öyle gösteriyor ki "özne", bir anda Arap dilinden gelerek Latin Batıya giriyor. Bu çok ilginç bir giriş: "hareket ettirici bir özne" bu, biraz Guattarivari bir özne ve günümüzden asırlar önce, daha XII.-XIII. yüzyıllarda Avrupa'ya gelmiş... İlginç, çünkü bize onu o minik okullarımızda böyle öğretmiyorlar artık.

Ama işte bakın, bay küçük H. savaştan sonra bu söylemi sürdürüyor. Açıklıyor ki, çok basit, "nihilizm" dediği şey artık asla aynı şey değil... 1935'te "nihilizm" "Yahudi edebiyatçılarıydı" (ve onlardan biri olmak da istemiyordu tabii ki). On yıl geçtikten sonra aynı kelime çekip gidenleri, savaşı kaybedenleri işaretliyor: şimdi artık, bir yıkıntılar yığını altında ve denazifikasyon kamplarında gömülmüş olanları, işte, artık tanımıyor onları... Nihilizm Faşizmdi... Demek ki bay küçük H., kendi hesabına, iyi bir dava uğruna kavga vermişti. İşte bakın Martin H.'nın savaş sonrası yeniden hizmete başlayıp, özellikle Fransız kültürüne gıda yardımına nasıl giriştiğine. Küçük H.'nın dilinde o sıralarda telaffuz edilmeye başlayan "Déconstrution" (Yapıbozum?) kelimesi, Abbau, tam da otuzlu yılların büyük fikrinin, Ernst Jünger'in topyekün seferberliğinin, Totalmobilmachung'unun simetrik zıddıdır. Bundan yine bahsedeceğiz, ama tersten: onu bir "yapıbozum" gibi, bir Abbau gibi sunacağız -altmış yaşına, yetmiş yaşına vardıkları her on yılda bir birbirlerine karşılıklı yaş günü hediyeleri veren Jünger ile Martin Heidegger'i hatırlayalım; Abbau terimi 1955'te Heidegger'in Jünger'e bir hediyesi işte...

Burada muazzam bir tekillik var. Dilde, korkudan dolayı bir tür uçuklama. Dilimize yerleşmiş olan ve her an uzun ve bitip tükenmek bilmez bir düşüşün içinde olduğumuzu açıklayan büyük bir korku tümörü... Ve dile birazcık olsun aydınlık ve tutarlılık vermeye her yeltenişimizde, bu aydınlatmayı sağlayacak lambaları tavan arasına kapatacağız, içindeki bütün ineklerin, bütün kedilerin gri olduğu bir tür kara cismin içine... Biraz daha aydınlatıcı, ya da biraz daha az felaketli olan başkalarını da bulabilmek için bu tekilleşme olayını terk ediyorum şimdi. Felsefede ya da dilde başka tekilleşme anları olmuştur ve düşünmenin dilini düşünmek için asıl onlardan geçmeliyiz. İçlerinden biri son derecede şaşırtıcı ve o da unutulmuş. Bu başka bir Atinalının, Sicilya'da politik deneyler yapmaya kalkışmış, ama evine dönerken köle olarak satılma bahtsızlığına düşmüş bir Atinalının ilgilendiği şeydir. Vatanından uzakta, "çok soylu bir aileden" bir filozofun birden herhangi bir mal gibi pazara çıkarıldığını ve neyse ki, mutlu bir tesadüf eseri, tam o anda oradan geçen bir dostu tarafından satın alınarak kurtulduğunu hayal edebiliyor musunuz? Afrika'dan Atina denizlerine yolculuğu sırasında Aniceris böylece dostu Platon'u satın alıyor ve onu doğru yola yeniden getirmiş oluyor. Platon birdenbire, politik deneyinden biraz da hayal kırıklığına uğramış bir halde, bir bahçe satın alıyor ve orada tartışmalar düzenlemeye başlıyor. Bu bahçede çok ilginç, harikulade bir oyun sahnelenmeye başlıyor. Bu kartografide epeydir denenen şey doğuyor -Platon'un Protagoras'ında "felsefe" (filo-sofia) kelimesinin neredeyse bir proto-kartografisi var. İşte felsefe kölelik-sonrası yazdığı yazılarda, orada başlıyor. Özellikle ilgi çekici bir tekillik noktası bu...

Daha uzaklara ve eskilere gitmek istiyorum şimdi: Asya'nın iki nehrinin, tıpkı sıkıştırılan keman telleri gibi birbirlerine yaklaştıkları yerde olup bitenlere. orada da bir şey olup bitmiş, iki dil birbirlerine dokunmuşlar. Biri Sumer'in, diğeri Akkad'ın dili; birinciler şimdiden yazmayı biliyorlar, ötekiler ise sadece konuşuyorlar. Ama yalnızca sözü ve sesi olanlar savaşı kazanmışlar, fatih ve efendi konumundalar: Kral Yaşlı Sargon siyasi iktidarı elinde tutuyor ve Sumer katipleri yavaş yavaş başka türlü yazma alışkanlığını ediniyorlar... Artık anlamın desenini çizmiyorlar, galiplerin kelimelerin sesini çiziyorlar.

Buğday başağı demek isterseniz, "şe" derdiniz ve karşılığında küçük bir başak çizerdiniz. Bu ön-Sümercedir. Şimdi ise bir kuş: ilkel Sümer yazısında bu çok güzel bir şey -birazcık kuyruk, birazcık, minik bir gaga... Ama orada da iş şematikleşir ve dört çivi vuruşu yaparsınız olur biter -hep küneiform çivi darbeleri.... Ve onlara bir tür gaga verirsiniz ve işte onun adı "hu"dur Sümerce'de; demek ki burada elinizde bir buğday başağı, orada ise bir kuş var.

Varsayın ki Sumerli bir katipsiniz ve konuşan Akkadlıları, emirler yağdıran savaşçıları, askerleri işitiyorsunuz. Bir şey yazmanız gerekiyor ama nasıl yapacağınızı bilemiyorsunuz, çünkü Akkadlar yazmıyorlar. Sonuçta anlıyorsunuz ki, "şe-hu" dediklerinde bu Akkadlarda bambaşka bir şey demek, yani "görme" demek. O halde Sumerce'de bu şöyle yazılacak: iki resim, iki piktograf yanyana getirilecek ve karşımızda "fonogram" denen şeyin ilk örneği olacak -resmi çizilemeyecek olanı, "görme"yi anlamlandıracak: şe-hu... İşte insanlık tarihinin en olağanüstü tekillik anı... Ve göreli olarak günümüze yakın bir felsefi ideolojinin saygısızca söylediği gibi bir "düşüş", bir "alçalış" olmaktan çok burada karşımızda tam aksine aydınlanmanın ilk anlarından biri, öznelliğin inşasının oldukça uzaklara erişmiş ve elde edilemeyeni uçarak yakalamış -yani görmeyi sesle yakalamış-bir an yaşanmıştı.

Daha dosdoğru ve daha dokunulabilir bir tekilliğe doğru gitmek istiyorum şimdi de -Renaud Victor'un bir filminden Félix Guattari'nin yakaladığı bir tekillik: küçük bir yaramaz oğlan... Çocuğun bir su damlasının oluşumuna bakarak, olağanüstü ve açıklanamaz bir keyifle attığı kahkahalar -su damlası gibi biricik bir biçimin karşısında ve belki de her su damlası bir diğerinden farklı olacak... Burada elimizde bir eğri var -bir kıvrım... Bu kıvrım, bu eğri çok basit bir sevinç olabilir. Ama bize bunu söyleten şey kameradan başkası değildir... Bize anlatısal bir yakalama sunan Renaud Victor'un kamerası olmasaydı belki bu kıvrımı ve su damlasındaki bu sevinci bilemeyecektik. Bu sayede biricik ve çok çeşitli, ama aynı zamanda çok temel bir "anlatısal kıvrımla" karşılaşıyoruz -en az o minik Sumer desenleriyle insanlık tarihinin ilk semitik dilini, içinden Babilcenin, Aramcanın, İbranicenin ve Arapçanın doğacağı Akkadçayı yakalayabilen katibinki kadar şaşırtıcı bir kıvrım bu...

Deleuze diyordu ki Nietzsche için -ve Nietzsche'nin diğer düşünürlerden farkı da bundan geliyordu- bir fikir bir olaydır. Fikirler ardışık olaylardan oluşan bir dizidir ve farklı gerilim seviyelerine sahiptir bu diziler. Demek ki, fikirler eşittir olaylar, ardışık olaylar.

Yayınladığı ilk kitabında Spinoza fikirlerin "doğanın anlatıları ya da zihinsel hikayeleri" olduğunu yazmıştı. Spinoza gibi, Mony Elkaim de burada, tartışmalarımız sırasında "hikayeler anlatıyorum, ama hikayelerde de anlatılarak" demişti. Tabii ki önceden zaten konuşulmuş olan "fikirler" olduğu ölçüde... Biz bu dürtücü hikayeler tarafından, "fikirler" tarafından anlatılıyoruz. "Ben hikayelerdenim", diyordu Mony. Ama kâh anlatan özneyim, kâh anlatılan. Anlatmaktan ve sayıp dökmekten memnun oluyoruz (çünkü anlatan olmak hep daha iyidir). Ve sayılıp dökülen kişi zaten sıraya sokulmuş demektir... Sayıp dökmek ile anlatmak (compter et conter) Fransız, İtalyan, İspanyol ve hatta Alman dillerinde hep birbirine karıştırılmıştır. Rabelais'de "anlatılabilir olan" (racontable), hesabı verilebilir, sayılıp dökülebilir (racomtable, bazen iki "c" ile "raccomptable") diye yazılır -"Beşinci Kitap"taki "Tınlayan Ada" kompüter gibi saymayı getirir akla. Hep bu oyun vardır -anlatan anlatılıyordur, dolayısıyla hiçe "sayılıyordur"; hiç değilse yeni bir sayma makinesi icat edilene kadar. Paul Virilio böyle bir noktada "trajektif" kelimesini icat ediyor.

Uzun zamandır tartışılan ve Kurmay Albayımız K. tarafından zaten afişe edilmiş olan özne ve nesne var (çünkü o artık "öznenin" olmadığını, düşmanın, dünyadaki bahtsızlığın "öznellik" olduğuna karar vermişti bile) -ve böylece kendi öznesinin hegemonyasıyla yetinebilirdi artık. Özne ile nesne birbirleriyle oyun ilişkisine girmeyi sürdürdüler. Ama güzergah, hiç durmadan birinden ötekine giden yol -yani Virilio'nun "trajektifi" bizi burda en fazla ilgilendiren şey olmalı. Dördüncü bir noktayı daha ortaya atacağım: buna üstten-akış (surjet) diyeceğim geçici olarak. Önce özne vardı, "je", "Ich" -ve sonra da "süper-Ich" (uber-Ich ki Fransızcaya "sur-moi", Üst-Ben diye tercüme edildi, oysa ki "sur-je", "üstüm" olmalı). Freud'da "özne" kelimesi tek bir kez belirir zaten, o da (1936'ya doğru) "ich"in otantik özne olduğunu, o halde nasıl nesne olabileceğini" sorduğu yerdedir -"Der Ich ist das. Wie kann es Object werden?" Bu ikisi arasında oynayıp duran über-Ich de vardır. Ve "surjet" (üstüm) kumaşlarla uğraşan insanların iyi bildiği bir şeydir. Bir parça kumaşı tram üzerine dikmeden önce astarını ters çevirmektir söz konusu olan. Bu ters çevirip kenardan dikme işlemi son yılların en ilgi çekici modellerinden birine o kadar uzak değim -sonradan Ilya Prigogine ile Isabelle Stengers'in yeniden ele aldıkları bu model Arnold ile Avezo'ya ait ve adına "Ekmekçi Transformasyonu" deniyor. Bir ekmekçinin önünde kare şeklinde bir hamur var, onu sündürerek dikdörtgen şekline getiriyor, sonra dikdörtgenin yarısını söküp atıyor ve yeniden kareye dönüyor; ama başlangıçtaki şekil daha şimdiden değişmiş durumdadır. Ve böylece, aynı minval üzerinde bunu tekrarlarsa -gösterilebiliyor ki, "n" defa tekrarladığı zaman, ortaya çıkacak şeklin ne olacağı konusunda bir kestirimde bulunmak imkansızlaşacak. Tezgaha herhangi bir nesneyi, mesela bir fareyi yatırdığınızı düşünün. İşlem "n" defa tekrarlandığında fare darmadağın olmuş durumdadır ve o sefil farenin parçalarının nerede olabileceğini öngöremeyecek bir konuma geliriz. Belli bir anda farenin kuyruğunu gözlerinden birinin yanında bulabilmeniz ihtimali vardır tabii ve hayvanın alıştığımız şeklini yeniden bulmak için herhangi bir yol kalmamıştır.

Öznelliğin fethi için yapılan bu işlemde -ki her gün bunu yaşıyoruz zaten- hiç dikkat etmeden ve tedbir almadan binlerce kez bu "fırıncı yoğurması"nı görüyoruz. Martin H. ve dostu, Kurmay Albay K., her ikisi de yoğurup durdular. Çok ilginçtir, birisi ötekini tasvir ederken; mesela Heidegger 1935'te dedi ki: Her ikimiz de şansımızı denedik. Ama bazen bu yoğurmalar harikulade -çok daha zekice- tarzlarda yapılıyor, Sumer-Akkad katiplerinde olduğu gibi... Öznelliği, gözlerimizin önünde, asla yakalayamayacağımız bütün bu dönüşümleri geçirirken görüyoruz. Bu fare hikayesinin sonunda, kuyruk gözün yanında bile olsa, gözde bazen "Çin Sokrates'i" de denen filozof Lin Tsi'nin şaşırtıcı bir şekilde söylediği bir şey daha var: göz var, tamam ama daha ilginç olan gözün içindeki "görme"dir. Farenin tek bir gözü ve kuyruğu kalmış bile olsa, gözdeki görme yine kalacaktır. İşte bu, öznellikten yana bir şeydir hiç değilse..

 
  arama     rss-feed    bize yazın    harita metot    ENGLISH