|
||||||||||||||||||||||||||||||||||
Sinematografi ve Halüsinasyon - Anlamlar Sirkülasyonu –Ulus Bakerİşitsel H’nun bir zamanlar araştırmacılar açısından büyük bir önemi, kurbanlarına kazandırdığı tuhaf bir büyü vardı… Günümüz H araştırmacıları bu halüsinasyonlara artık çok önemli bir referans vermiyor gibiler… Oysa şizofreniden dementiaya (mesela Parkinson ve Alzheimer hastalıkları) bu semptom çok yaygın ve klinikçiler neredeyse ilk bu tür semptomları arıyorlar… O halde tıbbın genel olarak tedavi pratiklerinin işlerliğini ön plana çıkarıp teorik tartışmayı uzak tutma hallerinin örneklerinden birisiyle karşı karşıyayız… Herhangi bir sözlük ya da tıbbi el kitabı H’yı kısaca “algılanacak nesnesi olmayan algı” diye tanımlıyor… Yüzyıl ortalarına doğru psikiyatrist Henri Ey bu yaşantının temel klinik belirlenimi şöyle anıyor: “halüsinasyon-nesneye bağlanan, ve hiçbir şekilde bir derece ya da kuşku gözetmeyen mutlak bir inanç, aktüellik duygusu, ve indirgenemez duyuşlar…” Başka bir deyişle H’nun genel klinik portresi öznenin hiçbir şekilde sanrılarının varolmadığına ve aktüel olmadığına inandırılamaması… Bu çok önemli semptomu sıradanlaştıran yine psikanalizin yaygınlaşması olmuş gibi görünüyor: --sembolik yorumlamayı pratiğinin temeline yerleştiren psikanaliz H’u genellikle çıldırıya (delirium) bağladığından, bu ikisinin içeriklerini az ya da çok çakıştırmaya meylediyor… Bu yüzden de yorumlama çalışması anormal fikirler denen fikirlerin nasıl ürediklerini ihmal etme rahatlığına kavuşuyor… Oysa Delirium ile Halüsinasyon arasında çok önemli farklar var –o kadar ki onları birbirlerine indirgemek yönündeki bütün yorumsamacı çabalar bu farkları temelden düzleştiriyorlar… Bir kere özne halüsinasyon haline delirdiği biçimde girmiyor –anlam özneye aynı tarzda varmıyor… Bu ise psikogenesis düzleminde herhalde büyük bir önem taşımalı… Bir zamanlar yine Henri Ey’nin söylediği gibi H, “duyu organlarından duyular türetmeye otomatik bir başvuruyu” içeriyor. Böylece H’un kesinliği özneye iletilen, ya da vaazedilen bir şey, oysa deliriumda çılgın fikir bizzat öznenin kendisi tarafından sunulmakta, onun sezgilerinin ve çıkarsamalarının temelinde ifade bulmaktadır. Tabii ki her ikisindede öznenin ikna olmasının gücü eş ölçüde şiddetli olabilir… Çoğu kez H deliriuma kanıtlar veya gerekçeler kazandırır. Ama bu ona indirgenebileceği anlamına gelmez. Öznenin delice fikir (ki kendi öz fikridir bu) ile bağı “bir üçüncüyü” devreye sokan işitilmiş ses olarak H ile bağından çok farklıdır. Tarih boyunca iki ekol (organikçi ve psikogenetik) psikiyatrinin delilikler ve halüsnasyonlar konusundaki bakış açılarının iki kutbunu oluşturdu –bu ekoller, yekdiğeri yararına kah deliriumu, kah halüsinasyonu reddettiler… Organikçi denen tezlere göre halüsinasyonlar “zihnin” anormal malümat almasına sebep olan beyin lezyonlarından geliyorlar… Bu bakış deliriumun varlığını yadsıyor çünkü halüsinasyon basitçe bir yönlenme hatası (ibre hatası) olarak kabul ediliyor… Bu mantıkla hastanın tepkileri gerçekliğe uyum göstermemelerine karşın yine de “algılanan şey” ile hemfikirler. O halde burada bir delirmeden değil, olsa olsa yanlış bilgilendirilmiş düşüncelerden bahsedilebilir ancak… Psikogenetik akım ise halüsinasyonlara çıldırı niteliği ve konumu tanıyor ve psikotik süreç dahilinde, işitilen sesler fikirlerin gerçek-olmayış karakterini aynen paylaşıyorlar… Buna göre halüsinasyona maruz kalmak çıldırının bir sonucundan başka bir şey değil… Bu iki ekolün kutuplaştığı temel gerilim ekseni üzerinde işitme meselesi çok büyük bir önem kazanıyor… Lacan bile bunu reddedememişti… Oysa sözkonusu fenomene değindiği zaman onun da dili anksiyeteli bir meditasyona dönüşüyor gibiydi: “Oysa, eş tarafından kapılma öznenin hikayesi boyunca bütün eylemlerini eşleyerek kaydedilen o zincirin altında yatıp onu sağlamca tutan, kalıcı bir söylem diyebileceğimiz şeyin belirişiyle çakışır. Zaten böyle bir söylemin çıkagelişini normal bir öznede görmek de imkansız değildir. Yaşanmış bir dışavurum gerekirse, örnek olarak size bir adada yalnız başına kalmış bir insanı verirdim (…) Benzeri bir şekilde dağda kaybolmuş bir kişiyi bulmaya çalışanların seslenmelerini de düşünün… Bu söylemin sürekliliği ve kalıcı varoluşu bir delinin durumuyla tam manasıyla benzerdir –Schreber’deki “dile-getiriş” fenomenleri bunu vurguluyorlar zaten.” Kısacası Lacan’a göre insanların tıpkı psikozlular gibi iç-söylemlerini dile getirmelerini o kadar da tuhaf karşılamayız –“en azından biz de öyle şeyler yaptığımızdan…” Sonuçta Lacan da psikanalizin genel bakış açısını korumaktadır: delilik vardır ve önce gelir, sesler ise bizzat kendisi bozulmuş olan bir iç söylemin (ille de patolojik olması gerekmeyen) “seslenişi”dir… Oysa çok önceleri, Lacancıların da okumuş oldukları Henri Ey organik-dinamik adını verdiği teorisi çerçevesinde, bu iki karşıt kutbu biraraya getirmeye çalışmıştı… Organikçi yaklaşımların zayıf noktasını (yani her zaman psikotik kanaatları yansıtmakta olan sembolik içerikler) Ey şöyle aşmaya çalışıyor: çıldırının ortaya çıkışı, bütün tutarlılığı ve ısrarıyla, belli ki organik bir faktörle ilişki içinde –onu bir kesinlik olarak ortaya koyuyor yani… Dolayısıyla Henri Ey halüsinasyonların kaynağında fiziki bir lezyon, patolojik bir uyarı nedeni yatıyor –ve sesleri üretiyor; ama bu seslerin kaynağını tespit etmek olanaksız. Buna karşın, psikozlar açısından bakıldığında bu sesler bir içeriğe sahip olmaya başlıyorlar –yani seslerin içerik kazanmaları zihni ve ruhi hayatın dezorganizasyonu yüzünden gerçekleşiyor. Ama bu dezorganizasyon da bizzat bu bulunamaz lezyonun ve seslerin bir sonucu… Tabii ki Henri Ey’in bu açıklamaları bir zamanlar revaçta olan nöropsişik hiyerarşiler teorisinin (Jackson) çerçevesi dahilinde anlaşılabilirler. Özetlersek, Henri Ey halüsinasyonların kaynağının organik olduğunu ve aynı nedenin etkisi altında içeriklerini çıldırı halinde çarpıttığını söylüyor… Henri Ey’inkinden ve özellikle Lacan’ınkinden daha başarılı bir açıklama dilbilimcilerin yaklaşımından geliyor. Unutmamak gerekir ki ilk olarak işitilen sesler aynı zamanda dilbilimsel kategoriler, yani işaretler (göstergeler)… İkinci olarak ve asıl önemlisi, hastanın bilincini etkiliyorlar… |
||||||||||||||||||||||||||||||||||
|