körotonomedya > türkçe > ulus baker
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Spinoza ve Siyaset Soruşturması - 1

Ulus Baker

Baker'le Spinoza Üzerine

1. Hocam bir durum tespitiyle başlayalım: Son dönemlerde ülkemizde Spinoza'ya hasredilmiş telif eserlerin yayımında belirgin bir artış söz konusu. Sizce Spinoza'ya olan bu ilginin nedeni nedir?

Türkiye'de Spinoza üstüne yazılan kitapların son zamanlarda yoğunlaşması bence iyi bir durum olmakla birlikte Ethica dışında temel Spinoza eserlerinin yayınlanmamış olması gerçeğinin üzerini örtemiyor. Daha çok Batı'da aktüel olan düşünürlerin (Deleuze, Balibar, Negri gibi) Spinoza'ya yönelik ilgilerinin çeviri dünyamıza yansıması diye yorumluyorum. Spinoza nihayetinde eseri topyekün okunması gereken bir filozof -merkeze elbette Ethica'yı alarak... Eldeki Ethica çevirilerine gelince, Hilmi Ziya Ülken'in yaptığı eski çeviri pek çok yanlış içermesine rağmen Spinoza'nın dilinde eksik olmayan bir tür lezzeti taşırken, Aziz Yardımlı'nın yaptığı daha sadık ve genellikle daha doğru olan çeviri, aşırı vurgulu bir öztürkçecilik yüzünden bu lezzete çokuzak düşüyor. Sonuçta "günümüzün filozofu" olarak Batı düşünce iklimlerinde yeniden kabul görmeye başlayan Spinoza'ya duyulan ilginin doğrudan olmadığını, hem akademik hem de genel kültürel çevrelerde Spinozacılık üstüne daha yaygınbir tartışma olması için bir konaklama hali olduğunu düşünüyorum.

2. Spinoza'nın TTP ve TP gibi siyasetle doğrudan ilgili olan iki esaslı metnin ve Ethica gibi "yurttaşların kendileri için en iyi olan şeyi hür olarak yapmalarına imkan vermeyi amaçlayan bir doktrin"i içeren ve Balibar'ın vurguladığı üzere "merkezinde bir toplumculluk çözümlemesi" olan bir başyapıtın müellifi olmasına karşın siyasal düşünceler tarihi konusunda yapılmış çalışmalarda onun isminden çok yüzeysel bir şekilde bahsedilmesinin, hatta hiç bahsedilmemesinin sebebi sizce nedir? Gerçekten de Spinoza'nın siyasal düşünceler tarihindeki belirli isimlerin, mesela Hobbes'un bir türevi, bir parantezi olması mı söz konusu yoksa bizatihi bu paradigmanın Spinoza'yla yaşadığı daha "derin" bir sorun mu var?

Bu sorunun cevabını kısmen Antonio Negri veriyordu: Spinoza felsefesi siyasetten doğa felsefesine, etikten ontolojiye doğru çoğul ve çok yönlü yollar kateden bir düşünme sistemine dayanır. Önermeler kah "toplumsal", kah "mantıksal", kah siyasal karakterde olabilir. Dolayısıyla bu bir "dönüştürme felsefesi"dir. Tractatus theologicus-politicus'un bağrında bir orijinal bir Kutsal Kitap hermenötiğinin yer aldığını hatırlayalım. Yazdığı İbrani Grameri'nde ise felsefi önermelerle karşılaşırız.

Siyaset felsefesi görünümü altında Spinoza düşüncesi çoğu kez kendisinin de ısrarla uyardığı bir çerçevede bir "kudret felsefesi" olmakla birlikte Hobbes'unkinin bir uzantısı değildir. Spinoza Hobbes'un düşüncesiyle ayrılıklarını defalarca vurgular. Hobbes, biraz da Machiavelli'yi takip ederek Batı siyasal düşüncesindeki bir kırılmayı temsil ediyordu: kadim Yunan ve Ortaçağ düşüncesinde insanları siyasal birlikte ve toplumsallıkta tutmak için üst garantiler vardı: Tanrı ya da Aristoculukta olduğu gibi Doğa bu garantiyi sağlıyorlardı. Machiavelli ile Hobbes'ta artık toplumsallığın hiçbir Doğal ya da Doğaüstü garantisi yoktur. Siyaset alanı artık hep pamuk ipliğine bağlıymış gibi görünür. İnsanları toplum halinde birarada tutmak için bir faile ihtiyaç vardır o halde: Machiavelli'de Hükümdar, Hobbes ve bazı ardıllarında ise "toplumsal sözleşme"... Spinoza'da siyasi ve toplumsal düzenleniş, Doğal Hukuk ya da "toplumsal sözleşme" türünden mefhumları kullanıyor olmasına rağmen çok farklıdır. Eğer vücut karakteristik bütünlüğü ve belirlenimleri olan bir model olarak kabul görüyorsa Spinoza için toplumların da cismani varlıklar olarak ele alınması gerekiyordu. Çok ilginç bir nokta Ethica'daki duygular tasnifinin ve belirlenimlerinin aynı zamanda toplumsal hayata da uygulanabilir oluşudur. Bu konuda en iyi okumalardan biri, L'individu et communaute chez Spinoza (Spinoza'da Birey ve Cemaat) adlı kitabında Alexandre Matheron tarafından yapılıyor. Herşeye rağmen bu bakışıyla Spinoza çağımız sosyologu Durkheim'den bile daha ileridedir. Toplum ile Tanrıyı (Tanrı felsefesinin her noktasında bulunsa bile) özdeşleştirmekten uzak durur. Toplumdan çok bir siyasi paylaşmalar ve karşılaşmalar pratiği önerilir bu felsefede.

Spinoza'yı yorumlama zorlukları işte bu karmaşık ve hareket halindeki bütünlükler fikrinden dolayıdır. Sözgelimi Hannah Arendt ile Leo Strauss önde gelen çağdaş siyaset felsefecilerinden olmalarına karşın Spinoza'nın siyaset felsefesi konusunda oldukça düşük seviyeli bir kavrayışa sahiptiler. Arendt'e göre Spinoza sanki Platonik "filozof-kral" öğretisinin geleneği dahilindedir -ve bu yüzden bir çırpıda bir kenara atılır. Writing Under Persecution başlıklı kitabında Spinoza'ya özel bir bölüm hasreden Leo Strauss ise Spinoza'nın bir taraftan Kutsal Kitap eleştirisi yaparken bizzat kendisinin de gizli, esoterik ve önkabullere dayalı bir dil kullanmak zorunda olduğunu vurguluyordu. Sanıyorum bu asla doğru bir Spinoza imajı değil. Spinoza'nın siyaset eleştirisi bir taraftan "ampirik siyasetçilere", öte taraftan siyaseti yukarıdan kurgulamaya ve ayarlamaya kalkışan, ama aslında kurguları gerçekle karşılaştığı anda yıkılan "siyaset filozoflarına" yönelir. İkinci olarak Leo Strauss'un varsaydığının aksine Spinoza'nın "esoterik" bir tarafı yoktur (Ethica'nın 5. Kitabının, başka bir deyişle Üçüncü Tür Bilgiye ve Amor Dei Intellectualis'e adanmış olan bölümünün çoğu kişi tarafından öyle, hatta mistisizm diye yorumlanmasına rağmen). Oldukça dirençli bir şekilde felsefesini en uç mantıksal ve rasyonel sonuçlarına dek eriştirmeye çalışır. Kitaplarını yayınlayamıyorsa bu sonuçlardan bazılarını güven duyduğu dostlarına yazdığı mektuplarda bulabilirsiniz. Önünde sonunda Spinoza'nın baş eseri Ethica bile sağlığında yayınlanmış değildi. Ancak Avrupa'nın neredeyse tüm coğrafyasında fikirleri dolaşıyordu.

Spinoza düşüncesinin en önemli siyasi sorunlarından biri yaptığı içkin hukuk eleştirisidir. Bu daha çok hukuki formun, biçimin eleştirisidir diyebiliriz. Benzer bir eleştiri formunu bambaşka bir çerçevede olmak üzere günümüzde Foucault'da bulabiliyoruz. Buna göre iktidarın hukuki bir çerçevede kavranışı aynı zamanda iktidarın icra edilmesinin etkilerinden ve sonuçlarından birisidir. İktidar elde tutulan, ele geçirilen bir pozisyon, hele hele bir sınıfın, bir zümrenin mülkü, ya da özelliği filan değil, çoğul pozisyonlardaki karmaşık ilişkilerden türeyen "ilişkiler arası ilişkilerden" oluşur. Bu tematik genel çizgileriyle Spinoza'nın bakış tarzıyla uyum içindedir -ve belki etkisi bakımından, hiç referans vermemiş olmasına rağmen Foucault'yu çağdaş Spinozistler arasında en ön sırada saymak gerekiyor.

3. Az önce sorduğum soruya da bağlı olarak bize biraz Spinoza'nın dünyasında siyasetin anlam ve öneminden bahsedebilir misiniz? Ve tabii Spinoza'nın siyaset tahayyülünün önümüze koyduğu imkanlar varsa bunlar neler?

Yukarıda söylediğim gibi Spinoza'nın siyasete yaklaşma tarzı öncelikle bir "düşünme özgürlüğü" talebi olarak beliriyor. Cogito kavramıyla Descartes düşünceyi ve felsefeyi kritik bir noktaya taşımıştı: Düşünüyorum... Diyordu ki bu insanın tanımıdır. Bundan böyle düşünce Ideaların ya da Formların insanlardakisoluk belirişleri veya yansımaları olmayı bırakarak aktüel bir insan faaliyeti, öznelliğin esas görünümü haline gelecektir. Hukuki-siyasi sonuçları açıktır bu durumun: eğer bir insan faaliyetiyse düşünce engellenebilir, kısıtlanabilir, zora koşulabilir, yasaklanabilir. Tarih boyu tüm iktidarlar düşünceleri yasaklamayı sürdürdüler. Ancak Descartes'ın temsil ettiği iklim ortaya çıktıktan ve yaygınlaştıktan sonradır ki düşünenler düşünce haklarını iktidarlar karşısında nesnel olarak talep etme imkanı bulacaklardır.

Unutmayalım ki "sadece dili bakımından Kartezyen" olmasına rağmen Spinoza Descartes döneminde açılan bu düşünsel iklimin insanıydı. Cogito'yu asla abartmıyordu -Descartes'ın "düşünüyorum" çığlığı onda Ethica'nın fikirler üstüne olan ikinci kitabında sanki geçerken söylenmiş "insan düşünür" önermesine indirgenir. İktidarlara elbette ki bir çağrısı vardı, ancak bu ilginç bir taleptir: en iyi rejim insanların düşünme kudretlerini mümkün olduğunca az engelleyen rejim, başka bir deyişle, Tractatus politicus'ta hakkında yaptığı çözümleme ölümüyle yarıda kalan demokrasidir. Demokrat Spinoza mı diyeceğiz öyleyse? Antikçağdan beri filozoflar rejimleri bir tür teratolojiye tabi tutarak tartıştılar ve Aristocu-Platoncu dünyada olduğu gibi kuşkusuz Ortaçağlarda da demokrasiyi pek de iyi bir düzen addetmediler. Benim kanaatıma göre Spinoza'nın onlardan kopuşu bazı liberal yorumcularının düşündüğü denli radikal değildir, görelidir. Spinoza demokrasiden yola çıkmaz, aksine demokrasiye varmaya çalışır. Demokrasi güçlerin mümkün olduğunca toplumsal gövdenin her yanına eşit olarak yayıldığı rejimdir. "Mümkün olduğunca" sözünün altını çizmek lazım. Spinoza Negri'nin vurguladığı gibi "vahşi anomali" diyebileceğimiz bir coğrafi iklimin sarsıntılı dönemlerinde yaşayan bir filozoftur. Sarsıntılı ama göreli olarak daha özgür. Spinoza soyut bir özgürlüğü hedeflemek şöyle dursun, özgür irade mefhumunu tümüyle reddetmeyi sürdürerek siyasal rejimleri yepyeni bir düşünce sistemiyle kuşatmaya çalışır: soyut özgürlük yerine somut özgürleşme çizgileri çizerek siyasal rejimlerin tasnifini tarihsel olmayan, ancak yine de kendi iç evrimini taşıyan bir çerçeveye oturtur.

Burada "toplumsal gövde" sözü bir metafor değildir. Şu anda Spinozacı bir terminolojiyle konuşmuyorum, daha çok özet terimler önermekle yetiniyorum, ama Spinoza'nın De Affectibus'ta tasnif ettiği duygular aynı zamanda toplumsal gövdenin duygulanışlarıdır. Her duygulanış yapıp-etme, eyleme geçme (potentia agendi) kudretlerindeki artış ya da azalışları kuşatır -neşeler ve kederler... İktidarlar mümkün olduğunca kullarında "kederli duygular" yaratmak isterler. Bu durum onları daha kolay yönetilebilir kılacaktır. Ancak bu çok yüzeysel bir bakış gibidir. Aslında Spinoza toplumsal duygular meselesini çok daha derin ve karmaşık bir tarzda ele almıştır. Soyut özgürlük yerine aktif duygulardan bahseder ve "aktif" ile ne anlatmak istediği son derecede açıktır: içimizde ve dışımızda vuku bulan şeylerin (olayların, özgürleşme edimlerinin, ürünlerin) upuygun (adaequata) sebepleri bizsek, başka bir deyişle bu şeyler bizim dolayımımızla anlaşılabiliyor, kavranabiliyorlarsa o zaman aktifiz demektir. Unutmayalım ki sebep olduğumuz dışımızdaki şeyler çoğu zaman toplumsaldırlar, ekonomiktirler, siyasaldırlar. Bu zorunlu bir toplumsallığın Spinoza felsefesince kuşatılmış olduğu anlamına gelir.

4. Şimdi biraz Spinoza ve siyasal ideolojiler üzerine konuşalım. Spinoza'nın Marxist, anarşist ve liberal yorumlar çerçevesinde değerlendirilmesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu yorumların Spinoza'da bulduğu/bulmak istediği nedir?

Spinoza tarihin en lanetlenmiş filozofuyken ilk büyük ve genel kabulunu Alman Romantiklerinden gördü: yalnızca Goethe değil, modern büyük diyalektiğin başlatıcıları, bu arada Schelling ve Hegel... Marx üzerindeki dolaylı etkisini bu durum zaten gösteriyor. Ama bizzat Marx'ın Spinoza'nın eseriyle tanışıklığından kaynaklanan dolaysız bir etki de var: o da Spinoza'nın bizzat Marx tarafından "son büyük maddeci filozof" olarak değerlendirilmiş olmasıdır. Marksistlerin bu ikili değerlendirmeyi tarih boyunca, Althusser ve ekibi ortaya çıkana dek pek ciddiye almamış olduklarını düşünebiliriz. Bir Marksist olarak tabii ki bu arada A. M. Deborin'in Spinoza eserine eğilen çalışmasını anmak gerekiyor. Buna göre Spinoza'da tarih-ötesi bir gelişme çizgisi, örtük de olsa vardır. "Burjuva" nitelikli liberal Devlet'in ötesinde ve insanlararası ilişkilerin akılcı bir geçiş safhasının ötesinde Spinoza bir "zihinler komünizmi" oluşturmayı bir ideal olarak koymaktadır. İşte Deborin'e göre bu komünizm zorunlu olarak ve mantıken mal ve mülkün, üretilen değerlerin de komünizmini ima etmektedir. Eğer toplumsal gövde içinde Ben ve Sen içiçe erimişlerse "benim" ve "senin" kategorileri de ortadan kalkacaktır. Bu hukuki yasaların ve kurumsal basınçların ortadan kalkacağı bir toplum halidir. Devlet bu durumda kendi gereksizliğinin koşullarını üreterek ortadan kalkacaktır. Spinoza 44 numaralı mektubunda Thales'in tüm İnsanlık için geçerli olması gereken şu formülünü hatırlatır: "Her şey ... dostlar arasında ortaktır, bilgeler tanrıların dostlarıdırlar, oysa her şey tanrılara aittir... öyleyse her şey bilgelere aittir..." Bunun hiçbir zaman erişilemeyecek ideal bir durum olduğu açıktır, ama bir ütopyayla da karşı karşıya değiliz. Çünkü ütopyanın gerçekleşmesi her zaman yeni baskıcı durumların ortaya çıkışına yol açar. Spinoza ise daha çok bilgenin bu hayat-düzenleyici İdeyi (bu Kantçı terim hoş görülürse) işlerliğe sokabileceğini, sokması gerektiğini söylemek istemektedir.

5. Hazır ideolojilerden konuşurken "ideoloji" nosyonu ve Spinoza bağlantısı üzerine de bir şeyler söylemenizi rica ediyorum. Söz gelimi Alhusser'in "Özeleştiri Ögeleri", "Kapitali Okumak" ve Gelecek Uzun Sürer'deki Spinoza atıflarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Althusser'in Marksist bir ideoloji sorununu ortaya atarken Spinoza'ya mutlak bir ihtiyacı vardı: insanların kendi yaşam koşullarıyla (yani ilişkileriyle) aralarındaki hayali ilişki ve bu ilişkinin maddi realitenin bir parçası oluşu. Bu mutlak ihtiyaç biraz da yanlış ve acele okumalara sebep olmuş gibidir. İdeoloji üstüne Marx metinleri Althusser'in "Hegel'den kurtuluş" çabası olarak görmek istediği Alman İdeolojisi gibi metinlerdir. Spinoza aracılığıyla yaptığı müdahale ise bana bu konuda biraz yüzeysel geliyor. Spinoza'nın Althusser'i büyüleyen yönü "yanılgının sistematikliğini", başka bir deyişle Üçüncü Türden Bilginin, yani muhayyileye dayalı, nedenlere değil de sonuçlara dayalı bir bilginin de sistematik bir eklemlemeye (concatenatio) tabi olabileceği fikridir. Yanılgılar buna göre konumsal eksikliklerdir -çünkü, Spinoza'nın çok derinden işleyen bir formülle saptadığı gibi önce Habemus enim ideam veram (Bizde doğru bir fikir var) ve sonra Veritas index sui et falsi (Doğru kendinin ve yanlışın işaretidir)... .

6. Madem yorumlardan ve okumalardan bahsettik, şimdi sormadan olmaz. Hardt ve Negri'nin İmparatorluk ve onun devamı olan Çokluk'ta çizdikleri resimde Spinoza'nın yeri sizce nedir? Hardt ve Negri neden Spinoza'ya bu kadar "derin bir muhabbet"le bağlı ve nasıl bir Spinoza onlarınki?

Hardt ile birlikte çalışmaya başladıklarında (Dionysos'un Emeği, İmparatorluk ve Çokluk) acaba Negri'yle ortağının aynı terimleri aynı şekilde mi düşündüklerini ve kavradıklarını kendime sormuştum. Deleuze ile Guattari'nin, hatta daha önce birkaç metinde Negri ile Guattari'nin (Özgürlüğün Yeni Alanları), Negri ile Maurizio Lazzarato'nun (birlikteliklerinin bir düşünceler ve fikirler diferansiyelini devreye sokmakta acaba daha mı verimli olduğunu soruyordum. Sonuçta düşünce "fark yaratmak" ve bunu verimli, dürtücü kılmak zorundadır böyle birliktelik deneyimlerinde...

7. Deleuze ve Guattari Felsefe Nedir'de "kavram" kavramının öneminden bahsederken bir yerde şöyle bir şey söylüyorlar: "Kavram yaratmak birşeyler yapmak demektir." Sizce Spinoza'nın "yaptığı şeyler" arasında "Spinoza ve siyaset" ilişkisini anlamımıza bizi en çok yaklaştıracak-tabii böyle bir şey mümkünse-kavramlar neler olabilir?

Sadece Felsefe Nedir'de değil, Spinoza ve İfade Problemi'nden başlayarak özellikle Spinoza: Pratik Felsefe'de Deleuze son yirmi yılların temel Spinozacı okunuşunu yaptı ve bu felsefeye yönelik bakışları ve okuma tarzlarını radikal bir şekilde değiştirdi. Alman İdealizminin Spinoza'yı, özellikle de Ethica'yı bir zamanlar nasıl dehşet içinde okuduğunu hatırlayalım. Onlar için Spinozacılık teorik, soyut, dolayısıyla pratiğe aktarılamayacak bir felsefeydi. Fichte'nin okumasına bakın: "Spinoza basit nesnel akıl yürütmenin kendi sistemine zorunlu olarak vardıracağına kendini tam anlamıyla inandırmıştı; ve gerçekten de bunda haklıydı. Yine de düşüncenin içinde kendi öz yansımasını düşünme fikrine hiç erişemedi; bu açıdan hatalıydı, çünkü bunu yaparken kurgusal düşüncesini kendi hayatıyla çelişki içine sokuyordu..." Bu Ethica'nın XIX. yüzyıl başlarında ve genel olarak devamında sanki yazarı olmayan, more geometrico varlığın yapılarını dışa vurması beklenen bir eser olarak okunduğunu gösteriyor. Hegel de Spinoza hakkında böyle bir okumanın bam teline vurmuştu: Spinoza felsefesi insani varoluşun öznelliğini, zamana bağımlılığın, geçiciliğini ve olumsuz yanını hesaba katmıyordu. Ethica erişilmez bir kitaptı ?teorik, kendi içinde ve kendi başına bir felsefe. Hegel üstüne bir metninde Kojève'in de dediği gibi: "Ethica zamanın herhangi bir anında kendi belirişinin imkansızlığını ıspat eder. Kısacası Ethica, eğer doğruysa Tanrıdan başkası tarafından yazılmış olamaz; ve altını çizelim, cisimleşmemiş bir Tanrı tarafından..."

İşte Deleuze böyle bir "fenomenolojik" okuma tarzını günümüz için altüst etmiş olan kişidir. Spinoza felsefesinin tepeden tırnağa ifade yüklü, tepeden tırnağa pratik olduğunu göstermeye çalışmıştır. Her şeyden önce Critique et clinique'de son bir kez tekrarladığı gibi, "bu kitap, dünyanın en büyük kitaplarından biri, önceden sanıldığı gibi değildir: homojen, düz bir çizgi gibi işleyen, sürekli, sakin, gezilebilir, saf ve uslupsuz bir dille yazılmışbir kitap değildir."Özellikle Ethica'daki notlar (scholia) üzerine yazdığında bunların oluşturduğu "kırık çizgiyi", "volkanik yarıklarla ve patlamalarla yüklü" karakterlerini vurgular.

8. Size biraz naif gelebilecek bir soru sormak istiyorum. Michel Foucault'un ilkinde başarısız olup ikinci kez girmek zorunda kaldığı doçentlik sınavında adaylardan Bergson ve Spinoza arasında geçen hayali bir diyalog yazmaları istenmiş. Peki siz Spinoza'yı bu türden bir hayli diyalogda kiminle görmek isterdiniz ve neden?

Bergson-Spinoza diyalogunu tasavvur edemiyorum... Bergson'un Spinoza'nın ontolojisi konusunda birtakım eleştirilerini sıraladığı metinler hatırlıyorum ancak böyle bir konuşma herhalde özellikle "hafıza" üzerinde dönerdi önünde sonunda... Hafıza kollektif olsun, öznel olsun Bergson için içine tümüyle yerleşilmesi gereken, başka türlü devreye girdiği söylenemeyecek bir varoluş hali. Herhalde Spinoza bu konuda şunu diyecektir: hafıza çoğunlukla deneyimlerimizin kederli kısımlarını barındıran bir uyarı cihazı, düzeneği olmalı. Geçmişimizde aktüelliğinden hep uzaklaşmaya çalıştığımız şeyler... Kendimizi onun içine tümüyle yerleştirecek bir kudretimiz bu yüzden tasavvur edilemez... Varoluşumuz kendini topyekün bırakma kudretine sahip değildir vesaire...

İkinci olarak diyeyim ki modernliği sadece "kurucu öznellik" üzerinde temellendirmeye çalışan Heidegger'le de pek işi olmaz. Daha çok ön tedbir aldığı bir alanda, modernliğin kurucu öznelliğinin ama aynı zamanda kurumsallığının da temellerini atmış olanlarla, kendisine bu yüzden reddiye düzenlerle (Kant ve Hegel) işi olur...

Ben bu türden bir diyalogun daha çok Spinoza ile Kant arasında geçmesini isterdim. Çok daha stratejik olsa da Spinoza ile Hegel arasında değil. Unutmayalım ki diyalog Spinoza döneminde bir felsefi serimleme aracı,bir yazı biçimiydi... Bu tarz daha sonra kaybolmaya yüz tutmuş görünüyor. Tez-antitez-sentez ya da üçlü diyalog tarzı Hegel'i önceler ve özellikle Ortaçağlara aittir. Daha doğrusu bir "iddiacıya", bir "budalaya", bir de "yargıcıya" ihtiyaç vardır. Kant kuşkusuz kendini "yargıç" yerine koymak isteyecektir. Felsefesinin her tarafı mahkemelerle doludur. Oysa bu kurumlar Kant döneminde "aşkın"dılar henüz... Kant için fikirler dışsal, "mekansal-zamansal" belirlenimlerine kavuşturulmadan, kendi içlerinde bir hiçtirler. Sentetik olmak demek bir ürün vermek, zaman-mekan koordinatlarına sahip olmak demektir. Spinoza ise tıpkı Kant'ın eleştirdiği Leibniz gibi fikirlerin analitiğinin içinde kalmakta, Tanrının kavrayışının sonsuzluğunda direnmektedir. Onun için fikirler kurumlaşmak zorunda değildiler ve kendi kendilerine yeterlidirler. Kurumlaşma ve hukuklaşma talebi modernliğimize aitken Spinoza bunun karşısında tedbirler almaya çalışır. Toplumsallığı kurumların ötesine, üzerine yerleştirmek gerekir.

Öte yandan, yukarıda vurguladığımız gibi, "şeylerin düzeniyle fikirlerin düzeni tek ve aynı olduğundan" (fikirlerin kendine yeterliği bundandır) Spinoza felsefesinin Kant'ınkinden çok farklı türden olan pratik gücünden bahsedilmeli.

9. Siz Virgül dergisinde ayımlanan bir yazınızda (Hayatın Geometrisi) Spinoza felsefesinin biz fanilerin yaşamlarından uzaklarda bir yerde olmadığından, bize ve yaşamlarımıza olan yakınlığından söz ediyorsunuz. Yine sizin çevirdiğiniz bir Deleuze metnine, Spinoza: Pratik Felsefe'ye atıfla soralım: "Spinoza ve biz" üzerine neler söylemek istersiniz?

Spinoza: Pratik Felsefe'yi sadece ben çevirmedim, Metin Bal'ın İngilizceden yapmış olduğu çeviriyi Norgunk Yayınlarından Alpagut Beyle ve eşi Ayşe Hanımla çok sıkı bir redaksiyona ve dönüştürmeye tabi tuttuk. Spinoza ile ilgili düşününce, daha doğrusu kendisini ya da üzerine yazılmış olanları okuyunca gayrıihtiyari bir Biz'in oluşmaması olanaksız. Tabii ki bu dinsel ya da milliyetçiliklerde oluşan türden bir Biz değildir asla. Bir paylaşımcı öznellikler cemaati desek daha doğru olur. Ancak bu paylaşım zaten sürecin kendisidir, sonuçta vereceği şey değil. Başka bir deyişle Spinozist bir etki altında kavradığınızda cemaat, sınıf, millet vesaire baştan verili, kuşatıcı oluşumlar değildirler. Spinoza "kavim, cemaat, millet" gibi şeylerin "uydurmalar" (fictio), kurgular olduklarını savunur: "Doğa cemaatler, kavimler yaratmaz, sadece bireyler yaratır..." Bu felsefede, günümüz sosyolojisinin de bazı kanatlarında ifade bulan iki temel mefhum devrededir: "ifadeci bütünlük" ve principium individuationis (bireyleştirme ilkesi). Bu meyanda mesela Durkheim'a karşı Tarde'ı, ya da takipçisi Bergson'u aynı çizgi üzerinde ele alabiliriz.

Bu Biz'den önce bir Ben'in geleceği bir öznelcilik ya da rölativizm tarzı da değildir. Şimdilerde, Spinoza'nın en yakın ardılını, kitaplarından biri Monadoloji ve Sosyoloji adını taşıyor olmasına rağmen (bu apaçık bir Leibniz göndermesidir ve Spinoza ile Leibniz'in araları, okul kitaplarında adlarının hep yanyana anılmasına rağmen iyi değildi) Gabriel Tarde olarak görmeye meyilliyim. Bu düşünür sosyolojinin klasik kurucularından birisidir ve Durkheim ile girdiği kavgayı kaybetmiştir: sosyal bilimlerin akademikleşme ve "millileştirilme" sürecinde bu mağlubiyet kaçınılmazdı. Tarde bize bir bireyin ne kadar karmaşık olduğunu, o kadar ki, bir toplumdan, bir topluluktan, bir cemaatten mantıksal ve sosyal bakımlardan çok daha yüksek bir mantıksallığa, karmaşıklığa ve "ontik" yüksekliğe sahip olduğunu göstermeye çalışmıştı. Bu karmaşıklık problemini ilk olarak Spinoza'dan ve tabii ki Leibniz'den yola çıkarak anlarsınız, yoksa Tarde'da her şey spekülatif, bireyci, liberal filan görünecektir. Bireyin bir toplumdan, küçüğün büyükten, parçanın bütünden daha karmaşık olabileceği fikri gerçekten de kimsenin aklına bile gelmezken Spinoza ve Leibniz tarafından icat edilmiştir... Tarde'ın Spinoza'dan olağan eğitim gerekleri uyarınca haberdar olmasına rağmen daha çok Leibniz'in formülasyonlarından esinlendiğini biliyoruz. Birey daha karmaşıktır çünkü analitik bir düzleme varoluşu yaydığınız zaman herşey, herşey değiilse bile bireylerin oluşturdukları bütünlükten daha karmaşık bir şey bireyin sahip olduğu mefhumlarda içerilir. Bu, tarihin anlaşılması, kavranması en zor düşüncelerinden biridir. Ama mesela şöyle örneklendirilebilir: bir parti toplantısını ele alın... Oylar yüzde elli bir yüzde kırk dokuz dağılır ve partinin "toplam" kararı belirlenir. Oysa oylamadaki çoğu bireyde, hangi yönde oy kullanmış olursa olsun, her iki karşıt fikir ve daha nice başkaları hazır bulunmaktadır. Ya da Napolyon Kanununu ele alın: yasakoyucu toplanıp, uzun uzadıya uğraşıp, nice eski yasaları derleyip toparlamış, düzenlemiş ve tek bir metin içinde bütünleştirmiştir... Ancak bunlardan tek bir yasayı bireysel halinde ele aldığımızda onun arkasında Fransız Devrimi'nin de çok öncelerine, Ortaçağlara kadar varan sayısız müdahaleleri, mücadeleleri, gitgelleri ve gelgitleri, dönüşüm ve değişimleri göreceğiz... İşte bu tam da Spinoza'nın Tractatus Theologicus Politicus'unun (Tanrıbilimsel-Siyasal Çalışma) eski metinleri ve toplumsallıkları, olguları ve yorumlarını derleyip toparlayan yapısı içinde başvurulan tarzıdır. Mesela Kutsal Kitap analitiğinde tek bir cümle yorumlanmadan bırakılmamalıdır. Spinoza'nın tek tek her cümleyi yorumladığını söylemiyorum elbette ?Lacan'ın dediğini hatırlayın: doğrunun tümünü söylemek mümkün değil, ama hep doğru söylemek, söylemeye çabalamak mümkündür... Ve tek tek doğruları bulmak hakikatin tümünü dile getirmek türünden bir iddia karşısında tarihin çoğu döneminde olduğu gibi, günümüzde de galip gelmiştir.

Spinoza ve Biz gibi bir sorgulamaya verebileceğim cevap böyle bir okuma deneyimi içinde yer alıyor. Onun tarzında davranan sosyal bilimciler, siyaset bilimciler, filozoflar, yazarlar, sanatçılar, edebiyatçılar hep oldu ve olacaklar. Bunlar bir ile çok, bireylik ve çokluk konusunda ciddi sorgulamaları olanlardır.

10. Şahsi-yoksa nacizane mi demeliydim?- Spinoza okumalarımda "direnmek" nosyonu da tıpkı özgürlük gibi, tıpkı zorunluluk gibi, tıpkı "arzular" gibi kafamın içinde dönüp durmuştu. Sizin Deleuze'den bir çeviriniz var: İki Konferans: Yartma Eylemi Nedir?-Müzikal Zaman. Orda Deleuze, "her sanat eseri bir direnme eylemi değildir, ama bir bakıma öyledir de." diyor. En azından bu direnme nosyonu temelinde son soruma bir kılıf uydurmuşa benziyorum: Spinoza'yı bir müzisyen, bir edebiyatçı ve bir de yönetmenle eşleştirmenizi istesem, bunlar kimler olurdu ve tabii ki neden?

Kuşkusuz Bach: zaten başka bir yerde bu karşılaştırmayı yapmıştım... Bach Spinoza'ya göre geç bir barok dönemde yaşamış olmasına rağmen ve Leibniz ile yakınlaştırılması daha kolay olmakla birlikte (Deleuze Le Pli -Leibniz et le baroque kitabında yer yer "önceden kurulmuş armoni"yi vurgulamıştı) Spinoza felsefesinin çok-yönlü giriş çıkışları ve çoğul-karmaşık katmanlılığı bu benzetmeyi neredeyse yapısal-biçimsel düzlemde bile çağrıştırıyor... Ancak ilahi müziği dans gibi, dansı ise ilahi müzik gibi çalabilen, çaldırabilen Bach'ı hatırlarsak salt biçimsel düzlemle kendimizi sınırlandıramayacağımız anlaşılır. Bach bu çerçevede sonsuzluğu hedefliyordu ve bu Barok'un karakteristiğidir. Ama farklı karşılaştırmalar da mümkün -Spinoza'nın Bach'ın kanonik, kurallarına hep uygun yazılmış müziğinden çok bir Beethoven'in tutkulu müziğini seveceği söylenebilir. Ancak Cambridge Companion to Bach'ın editörü John Butt Bach'ın ortodoks Lutherci teolojisinin yanında ele avuca sığmaz, yenilikçi ve dönüştürücü bir metafiziğe de sahip olduğunu vurgularken bu metafiziği Spinoza'nınkine yakınlaştırıyor. Bu belki bilinçsizce işleyen, örtük bir metafiziktir ancak Bach müziğine sanki "müziğin tözünün Tanrının ve Kainatın nihai gerçekliğini hem yansıttığı, hem de kapsadığı" bir nitelik verir. Bach kuşkusuz Spinoza fikriyatıyla tanışık değildi. Metafiziğinin bilinçsiz olması da bundandır. Ama bütün eseri tıpkı Spinoza bestesinde olduğu gibi bütünler ve parçalar arasındaki karmaşık ilişkilerle örülüdür. Bu metafizik sayesinde Bach döneminin müzikal icra kurallarını altüst etmeden de yapamamıştır -anti-Lutherci bir metafizik ve ortodoks Lutherci bir inanç sisteminin eş-anlılığı...

Filozoflardan fazla edebiyatçıların çoğu zaman bilmeden de olsa "Spinozist" olabildikleri Deleuze'ün hep altını çizdiği bir durum... D.H. Lawrence, Whitman ve çoğunlukla Anglo-Amerikan edebiyatı... Benim yapacağım eşleştirme Virginia Woolf ile olurdu... Fikirlerle imajların denetlenmiş akışları, birbirlerini dürtmeleri, güçlendirmeleri ya da güçlerini azaltmaları... Dalgalar'da Doğanın bir görünümü var: Dıştan bakılsaydı muazzam bir ısraf olarak görülebilirdi bu Doğa.... Sonsuzca yağan yağmur, milyonlarca yıldır kıyıları döven ve aşındıran dalgalar... Oysa içeriden bakınca (Natura naturans) bunun bir ısraf olarak görülemeyeceği hissedilir.

Zor bir karşılaştırma olacak ama bütün Katolikliğine rağmen Bresson. Spinoza aşkın değilse bile Üstün Varlığın (yoksa Varoluşun Üstünlüğü mü demeliydik?) bir imajını oluşturmaktan geri kalmaz. Bunu eserinin bütününden süzerek çıkarabilirsiniz ve bu da tabii ki zor bir uğraşıdır. ***

Siyahi 5, 2005

 
  arama     rss-feed    bize yazın    harita metot    ENGLISH