körotonomedya > türkçe > ulus baker
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Genç Cumhuriyet'te İdeoloji ve Siyaset

Ulus Baker

Öncelikle siyasetin ideolojik motiflerin araştırılmasıyla kavranabilecek bir insan faaliyeti türü olduğuna inanmadığımı söyleyerek başlamalıyım. Bu anlayış uzun yıllar Türkiye'de başta sol olmak üzere, ama günümüzde muhafazakar sağ olmak üzere kendilerine sunduklarını sandıkları bir kolaycılıktır. Bu kolaycılığı aşabilmek için Cumhuriyetin ilk yıllarına dönmek yetmez, oldukça gerilere, belki de karşı çıkılacak ama, dışarılara, 19. Yüzyıl Avrupasında olup bitenlere kadar açılmak gerekir.

Unutmayalım, bugün belki Türk sosyal biliminin babalarından bahsetmeyi derslerimizde veya ders kitaplarımızda sürdürüyoruz ama bu babalar ağırlıklı olarak ideologtular, sosyal bilimci değil. Belki sosyal bilimlerin ya da diyelim ki etkisini yeni yeni evrensel ölçekte oluşturmaya başlamış olan Marksizmin damgasını taşıyan ideomlardan hareket ediyorlardı ama bunların salt ideom olarak kalması bile bu düşünsel uğraşıların ideolojiler alanında cereyan ettiklerini ıspatlamaya yeter.

Ziya Gökalp gibi birinin geniş bir tercih olanakları alanı var gibiydi: başlangıçta Gabriel Tarde sosyolojisi (ya da sosyal-psikolojisi) ama sonra, tam zıddı olan Durkheimcılık. Daha önceleri pozitivizmin değerlerini neredeyse bileşik bir eğitim sistemi içinde tarihte ilk kez somutlamaya girişen bir Comteçuluk... Ondokuzuncu yüzyılın ve kalabalıklar sosyolojisinin etkisi kaçınılmaz olacaktı ve bu meyanda yeni doğurulması tasarlanıp duran bir "milletin" ideolojisi bu terkipler dahilinde aranıp duracaktı.

Akçuraoğlu Yusuf gibi Marksizm esini apaçık olan bir figür de uzun yıllar Turancılığın esas doktrin babası olarak anıldıysa bu da Türkiye aydınında adet haline gelmiş bir "ideolojiye çekme"ye delalet ediyordu. Cemil Meriç ile Nurettin Topçu gibilerini de bir asra yaklaşmış bir süre boyunca ziyaret eden de bu "ideoloji"/ideolocya meselesi değil midir?

Türkiye'de Osmanlı'nın son, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk dönem metinleriyle karşılaştığımda aklıma apansız geliveren, ama yeterince de ısrarcı olan şu iki basit sorudan asla kaçınamadım, hala da öyleyim: birincisi acaba neden bazılarının "taklit" diye aşağılamayı sürdürdüğü bu "esinlenmeyi" her sosyal bilimcinin net bir şekilde düşünsel portrelerini tanımak zorunda olduğu iki sosyologtan yalnızca birini tercih ederek kurdukları. Aklımda "bireycilikle" itham edilen Gabriel Tarde ile rakibi Durkheim var. Tercihler, Ziya Gökalp için de Nurettin Topçu için de önce ilkine önem verip, ondan öğrendiklerini rakibinin ana mefhumlarına yedirmek olmuş. Eklektizmin nihai tecrübe tarzı da zaten budur.

Arkaplanda ideolojik bir ajandanın bulunduğu o kadar açıktır ki Tarde'dan Durkheim'a bu ani geçişin ikincisinin milliyetçi ve muhafazakar diye bugün ideomları bile birleşmiş iki farklı ideolojiyi yanyana getirmeye daha uygun olduğuna dayandığını da buradan yola çıkarak hissedebiliyoruz.

İkinci soru ise şudur: acaba neden, Cumhuriyet'in doğuşunun hikayesini salt "partizan" kişiler kaleme aldılar ve her şeyi kapsayabilecek bir roman kaleme alınamadı. Bu işin Tarık Buğra'ya bırakılmış olması ilginçtir. Oradan da oldukça yüzeysel değinmelerle işleyen bir edebiyat elde edebilmiştik. Evet, neden Türkiye köylülerinin, kısmen de Kürk aşiretlerinin, giderek nüfus payı oldukça dar olan kentli kesimin, esnafın vesaire Kurtuluş Savaşı sırasında dağlarda yatan bu İttihat ve Terakki subaylarının rejimini kabullenmiş olduklarını --ve nasıl kabullenmiş olduklarını bize hissettirecek bir roman ya da film asla mümkün olmadı... Ruslar kendi devrimlerinin entellektüel hesabını verdiler --hem de bizzat devrim sürerken.

Bu bizde gerçekleşmedi. Kimse hesap vermek istemeyecekti çünkü. Bugünkü sorunların cevabını o yıllarda aramaya çalışmak basit bir tarihçi saplantı değildir. Hep yaşanmakta olanı, yaşanmayı sürdüreni sorguluyoruz çünkü.

Ama bir hesabın olduğu ve henüz ödenmediği de apaçıktır: sorun tarihin ilk suni "millet inşasıdır" --sıfırdan bozkırda yükselecek sembolik başkentiyle, Varlık Vergisi adı verilen şey aracılığıyla iktisadi egemenlik alanını elde tutan azınlıkların giderilmesiyle, ama en önemlisi patriarşik otoritelerin mikro-düzeylerine kıdım kıdım vurulması suretiyle. Türkiye'nin medeni kanununun kendisinden türetildiği, hatta kopyalandığı İsviçre medeni kanunundan daha ilerde olduğunu söyleyebileceğimiz pek çok nedene sahibiz: kadınların oy hakkı daha ileridedir ve daha erkendir.

Ama mesele söz konusu olanın hukuk değil yalnızca bir kanun olmasıdır. Hukuk eğer özgürlükler ve yasaklamalar icat etmeye yarayan bir sistem ise, kanun sadece bu sürecin ufak bir kesiti, bir anı, bir parçasıdır. Demek istediğim bu yüzden şuna geliyor: Kadınların seçme ve seçilme özgürlüğünü İsviçre Medeni Kanununa ekleyebilirsin --ancak bununla hukuk kuramaz, hukuku değiştiremezsin. Tek bir kanun elbette çok şey değiştirir, ama sistem olarak hukuku, hukukun işleyiş tarzını değiştirmez. Gerçek hayatla temas ettiği anda kanun tuzla buz olup gidebilir, çünkü başka hukuklarla, sözgelimi feodal hukuk sistemiyle karşılaşmıştır.

Arkada hukuk olmadan kanun icat etmenin sonucu bir ideolojik mensubiyetler alanının doğuşudur: kanunun hukukun önüne geçmesi hukukun akışkanlığını zedeler, otoritesine gölge düşürecek her harekete a priori olarak mahal verir. Açıkçası medeni kanun Türkiye'de İsviçre'den kopyalandı. Bazı kanunlar ve özgürlükler, ama aynı zamanda bazı kısıtlamalar ve eksiklikler de eklendi. Bu, Cumhuriyet döneminin en "ideolojik" olgusuyla karşı karşıya olduğumuzu, bununla hep karşılaşacağımızı ve siyasi ilişkiler ve mücadeleler alanının da bunlar tarafından katedilmekte olduğunu gösterir.

Demek ki Cumhuriyet dönemi ilk siyasi ideolojilerinin hukuka yönelik bir kayması, saplantısı, ama hukuku kanun yapımına ve icraına sınırlandıran bir illüzyonu var. Belki de bunun tek nedeni, Orhan Koçak'ın söylediği gibi, yüzyıl başlarında bağımsız bir felsefeye dönüşen fenomenolojinin, yani hukuk ile kanun arasındaki farkı açığa çıkaracak bir düşünsel faaliyetin ayrıcalıklı düşünüm konumları arasına hiç gelmemesi, Türkiye'yi asla ziyaret etmemiş olması.

Burada önemli bir nokta, başlangıçta söylediğim gibi, Tarde'ın terkedilerek düşmanı Durkheim'a kapılanmaktır: Durkheim milliyetci ve kurucu bir ideoloji için daha makul bir felsefeye sahipti. Mesela sosyal bilimleri diğer bilimlerden, mesela psikolojiden ayırdederken, ya da kendi içlerinde tasnif ederken, "politik sosyoloji" bu tasnifte yer almıyordu.

Fransız sosyolojisinin esas kurucusu Tarde ile hasmı Durkheim arasındaki tartışma, ikincisinin lehinde sona erdiğini biliyorsak bile, son derecede ilginçtir ve fikirlerini Tarde'a, sonra da Durkheim'a bağlayan pragmatist Türk ideologlarının ruh halinin kaynağında aslında neyin yatmakta olduğunu da dışavurur. Durkheim için her şey bir "toplumsal olgu" olmaya başladıktan itibaren bireyin ötesine, araştırdığımız nesnenin, yani toplumun alanına dahil olur. Birey nerede biterse orada artık toplum başlar Durkheimcılığın ana formülüdür. Ama Tarde'ın eleştirisi hemen gelecektir: tamam, belli bir alanda birey biter, geçersizleşir, ama bu onun toplumsal dediğin bu alanda hala varolmadığı, hissetmediği, düşünmediği, üretmediği anlamına gelmez. Senin birey anlayışın insanı salt psişik faaliyetler alanına terk etmekle yetiniyor.

Peki acaba ilk Türk ideologları insanı algılamaya yönelmiş miydiler? Tek bir yabancı, Fransız antropoloğunun, Claude Lévi-Strauss'un Hindistan gezisi sırasında İslamiyete dair en derin gerçekliklerden birini açığa vurabilecek kadar zaman bulmasında bizi şaşırtan bir şey olmalı, değil mi? Bu gerçeklik, "basitlik hayranlığı"dır. Türbelerin şatafatlı olmayışında yatan, İslam'ın en son, dolayısıyla en yalın, en basit, en "rasyonel" din olması gerektiğine dair bir kanıtlama tarzı --ad historiam... Bunun için yeterince öykü vardır: İslamiyet en son din olduğu için, basitçe en gerçeğidir... Yalındır, çok az kuralı vardır ve basitçe bir kelime-i şahadet ile dahil olursunuz. Ama yalnız bununla kalmaz: karınızın kızınızın iffetinden, sadakatinden kuşku mu duydunuz? Çözümü İslamiyette çok basittir, kapatırsınız. Dinen faiz caiz değil mi? Çözümü çok basittir: iki taraf arasında bir anlaşma yapılıp imzalanır, içinde faiz denmez, para aktarması filan denir. Ama bununla varoluşsal sorun yer değiştirir: bu kez "acaba karıma-kızıma sokakta biri değerse"? gibisinden bir problem ortaya çıkacaktır. O halde, İran'da olduğu gibi kamusal alanlar haremlik/selamlık halinde bölünürler. Bu sürekli bir varolma krizi, sürekli bir kolay, ucuz çözüm rahatlığıdır.

Peki Cumhuriyet'in ilk dönemindeki ideolojik atılımlar dahilinde bu konuya nasıl yaklaşılmıştır? İlk çözümler daha derindendi: aşiret, aile vesaire içinde erkeğin egemenliğinin desteğini sağlayan kurumsallaşmış temaları yok ederim, bunu hukuk daha doğrusu kanunlar aracılığıyla yaparım, ve sistemleri çöker. Mesela kanunen erkeğin aile reisi olduğunu taahhüt ederim, çünkü daha fazlasını yapamam, ama ona daha fazla sorumluluk, daha fazla dikkat atfederim. Bu herhalde Türkiye'deki en esaslı ideolojik saldırılardan birdir. Karısının ya da evlatlarının şapka takan bir köylü ağasına bakıp nasıl güldüklerini anlatan bir roman ya da hikaye işte Türk edebiyatında yok.

VS İki Aylık Müstakil Mecmua 2, Ekim-Kasım 2005

 
  arama     rss-feed    bize yazın    harita metot    ENGLISH