körotonomedya > türkçe > ulus baker
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Türkiye’nin “Yerlisi” Olmak

Ulus Baker

( Hayvan Dergisi , Cilt:7, Sayı: 43, Sayfa: 34–36.)

Cemil Meriç, “Türkiye aydınının” dünyayı, yani Avrupa fikriyatını Marksistlerden öğrendiğini söylediğinden beri “muhafazakâr” fikriyat artık “yerlilik” düşüncesini temel hedef olarak almalıydı. Ama bu türden her düşünce, geçmişiyle ortak olmak, onunla birlikte oturmak isteğine dayanır. Bizim muhafazakârlarımızda böyle bir istek yok.

Bu tür muhafazakârlığı harekete geçiren duygular ve tutkular geçmişin değerlerinin korunmasına, ayakta tutulmasına yönelik olmaktan çok, geleceğe yöneliktir. Muhafazakar, özellikle modern çağın insanıdır; eski, “geleneksel” denen toplumlarda “muhafazakâr” yoktur. Bunun nedeni ise çok kolay anlatılabilir: gelenek, eğer gerçekten gelenekse, zaten kendini koruyacak güce sahiptir ve insanların onu korumak, muhafaza etmek için beyinlerini zorlamaya çok ender durumlarda ihtiyaçları olur. Muhafazakârlık, ancak gelenek ortadan kalkarak tarihsel bir hayal perdesinin arkasında kaldığı andan itibaren mümkün olan duygusal bir yaşantıdır.

Muhafazakâr, geçmişe yönelik değildir, geleceğe yöneliktir: yani çocuklarım, toplumum, gelecek de benim yaşadığım gibi, benim arzuladığım gibi yaşasınlar ister.

Bugüne kadar, geçmişin değerlerini korumak, ataların mirasını savunmak çok kolay ırkçılığa ve faşizme yol açan tutkulara dönüştüyse, bunun nedeni, bir muhafazakârın kafasındaki geleneğin büyük bir kısmının devlet, aile, vatan, ülke, millet, halk gibi göreli terkiplerden oluşmasıdır. “Yerlilik” fikri de bu terkiplerden pek bağışık değildir.

Fikir ithali

Tanzimat'tan beridir, “fikir ithali”nden başka bir şey yapılmadığı halde, hala bir yerlilik varsayımı, hiç değilse bir “miras” olarak dile getirilip duruyor. İthal fikir denilen şeylerin karşısında sanki “yerli malı” herhangi bir fikir varmış gibi. Bu açıdan düşünce akımları, özellikle radikal sayılabilecek eleştiriler üretmeye elverişliyseler, yerli olmamakla pek kolayca suçlanıyorlar.

Yani, Türkiye'de de, şu ya da bu tarihlerde, olur olmaz kişilerin ağzından hep duyduğumuz bir cümle: “Sınıf mücadelesi dışarıdan ithal edilmiş bir kuramdır.” Bu sözlerin şu ya da bu tarihte dile getirilmediği herhangi bir ülke veya lisan gerçekten yok gibidir.

Hatta sol düşüncenin de bu yerlilik fikriyatından tam anlamıyla bağışık olduğu söylenemez. “Postmodernist” diye tabir ettikleri Foucault'nun çevirilerine bile lüks gözüyle bakan çevreler oldu. Bu da bir bakıma “yerlilik” adına yapıldı. Sanki bu düşünürün acımasızca eleştirdiği kurumları ithal etmek üzere üç yüz yıl inanılmaz ve sürüncemeli “modernleşme” çabalarına giren bu ülke değildi.

           

Ekonomi - Politik

Marx'ın çok keskin bir gözlemiyle, “ekonomi politik” Adam Smith ve Ricardo'dan önce, kesin olarak söylemek gerekirse yoktur. Çünkü onlardan önce zenginlikler; toprak, hazine gibi büyük ve önemli nesnelerdir. Bu iki adam işin içine kartezyen bir şeyler sokarak ekonominin nesneler düzenini tam anlamıyla tersine çevirir. Dedikleri şu: “Ekonomik değerden bahsedecekseniz, artık nesnelere bakmayı bırakın. Özneye, nasıl göründüğüne,” bakın. Böylece üretken özne diye bir şey doğacaktır, değerin kaynağı öznelliktir, öyleyse zamandır, mekan falan değil. Kârın aşikâr öznelliği – değerin gerçekleştiği sarmal süre, başka bir deyişle “birikim”. Marx'ın eleştirisi, ekonomi politiğin iki mucidinin bu öznelliği pek de adam gibi değerlendiremedikleri, bir noktada bıraktıklarıdır. En az iki öznelliğin konulduğunu göremiyorlar, emeğin ve sermayenin öznelliklerini.

Emek gücünün sahibi olarak işçi sınıfının yerli olmaması, uluslararası olması kaçınılmazdır öyleyse. Endüstriyel kapitalizm kuşkusuz bu insanlar çoğulluğunu “yerlileştirmeye”, “vatan sahibi” kılmaya çabalayacaktır. Yine de Marx, işlerin böyle yürümediğini, endüstri kentinin, üzerinde çalışılan toprağın pek de bir vatana benzemediğini söylemekten geri kalmayacaktır.

Paris düşerken

Marksist düşüncenin “yerliliğe” olanak vermediği yönündeki düşünce her durumda doğruluğunu koruyor. Bunu “ulusalcı sol” gibi bir adlandırmayla, eleştiri hedefi haline getirmek ise, özellikle geç kapitalizm koşullarında, gerçekten gülünçtür.

Ekonomi politik “yer” ya da “yurt” mevhumlarını tanımıyorsa bu onun bir eksikliğine değil, işere “hayali mefhumlardan” daha derin bir düzlemden bakabilmesine yorulmalı. En azından II. Dünya Savaşı sonrasındaki kapitalist birikim modelinin sonuna yaklaşıldıkça beliren kaçınılmaz süreci, “yerleşik” proletaryanın yeniden yerinden yurdundan olduğunu, “göçmen emeği”nin uluslar-ötesi kapitalist sistem için yeni bir model oluşturmaya başladığını görmek gerekir. Zira bugün, sermaye merkezlerinin aslen yerleşik proletarya tarafından değil de göçmen emeği tarafından nasıl sıkıştırıldığı ortadadır. Fransa'da yaşananlar bunun tezahürü.

Ekonomi-politikten geçecek bir düşünce “yerlilik” mefhumunun, özellikle sol dil için pek de verimli olmadığını, tam anlamıyla bir “zayıf düşünceye” delalet ettiğini söylemek gerekiyor.

Düşünce Terörü

Düşünce dünyasının bugün artık bir zamanlar Marx'ın Ruge'ye yazdığı mektupta dediği gibi, acımasız bir eleştiriye, kutsal sayılan her şeyi tepeden tırnağa eleştirmeye, kısacası putları kıracak bir “fikirler terörüne” ihtiyacı var. Muhafazakârlık ve “yer yurt” mevzuları hiçbir zaman bu düşünce terörünün kapsamı dışında tutulmamalı.

Sosyolojik manzara

“Kimlik”, “aidiyet”, “bunalım” gibi mevhumlar, sosyal bilimcilerin “yerlilik” ihtiyacını daha ne kadar doyurur bilmiyorum. Ama en basit toplumbilimsel hayalgücü bile bunların artık bilimsel bir veri olmadıklarını, olsa olsa bazı duygusal üretimlerin, görünür ya da görünmez güçlerce manipüle edilebilecek ürünleri olduklarını gösteriyor.

Yerliliği kapsamanın bir tür çoğulcu düşünce kriteri olduğu varsayılırken, bunların ne kadar genel soyutlamalardan ibaret oldukları gözden kaçırılıyor.

Marksist analizin temel mefhumlarının “sosyalizmin kurumsal çöküşü”yle artık başvurulmayan arkaizmlere benzetilmeye başlaması gerçekten dünyanın anlaşılırlığının epeyce azalmasına yardımcı olmuştur.

Yerliliğe karşı otonomi

Sosyal bilimler, hatta kendisini bunalım içinde hissetmekten neredeyse gizli bir haz duyduğu sanılabilecek Marksist-sosyalist düşünce, özellikle Türkiye'de bir “yabancılık” kuşkusuyla karşı karşıya kalındığında pekâlâ şu “yerlilik” düşüncesine saplanma tehlikesine maruz kalabilir.

İçeriden ya da dışarıdan “suçlayanlara” , “modern kapitalizme eklemlenme süreci” adı verilen bir kronoloji içinde acaba onların ne kadar yerli oldukları sorgusunu yöneltmekten kaçınabilir.

Modernleşme, aslında kapitalizmin modernleşmesi olmayıp, kendi başına ele alınabilecek bir şey olsaydı, onun evrensellik iddiasının da karşısına dikilen “geleneksellik” ve “yerelliğe geri dönüş” iddialarının da ne kadar çürük olduklarının farkına varmayabilirdik.

Gördüğümüz yalnızca insan topluluklarının bir taraftan sömürülmekte, göçe zorlanmakta, yoksullaşmakta oldukları, öte taraftan özerk öznelliklerini üretmekten ve direnmekten asla geri kalmadıklarıdır. Bu açıdan yerlilikten uzaklık suçlamasını, yerinden yurdundan her an edilebilecek göçebeleşmiş insanlara yöneltmek saçmalığın daniskasıdır.

 
  arama     rss-feed    bize yazın    harita metot    ENGLISH