körotonomedya > türkçe > ulus baker
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Tehcirin Karşılığı Soykırımdır

Ulus Baker

( Hayvan Dergisi , Cilt:5, Sayı: 38, Sayfa: 20–21)

İki yanlış anlama

Fransa ve Hollanda'da Avrupa Anayasası reddedildi ama iki ülke de aynı sebeplerle mi hareket etti, bilmiyorum. İki yanlış anlama herhalde. Hep “Türkiye'nin kaderiyle nasıl oynayacak bu?” sorusu ışığında bakıldı. Bu durum Türkiye'nin perspektifini zorlaştırmakla beraber, bir bakıma da kolaylaştırıyor.

Bu ret bir anlamda Fransa'daki sol ile birkaç on yıldır yükselen extremis (aşırı uç)   sağın bir zaferi, Chirac'ın gidişinin yolunu açacak bir karar. Burada bir milliyetçilik saikinin bulunduğunu ama karar verici niteliğin o olmadığını hissediyorum dışarıdan.

Faşizmin İfade Kanalları

MHP'nin yüzde on sekize yükselmesi bir kazaydı, artık barajı aşamaz gibi görünüyor. Çünkü bütün diğer partilerde faşizmi kullanabilecek bir kapasite var. Faşizan duyguları tatmin ve kanalize etmek çok da zor bir şey değil.

Reddeden, emeğin Avrupası değil!  

Avrupa'daki referandum neticesi sağın yediği ciddi bir darbe olmakla beraber, yanlış anlamamamız lazım. Chirac darbe yedi diye bunun solcu bir saikle gerçekleştiğini söyleyemeyiz.

‘AB sermayesi reddedildi' gibi iddialar, belli bir ölçüde söylenebilir ama karar verici unsur bu değildi. Yani Avrupa Anayasasının reddedilmesi emeğin Avrupa'sının bir zaferi değil. Oy verenlerin bu anayasayı okuduklarını bile sanmıyorum. Libération gazetesine baktığınızda, her kafadan bir ses çıkıyor anayasanın niteliğine dair. Anayasaya gelinceye kadar zaten oylanmış olan bir sürü anlaşma var. Onlar onaylandı da bu niye onaylanmadı?

Pisinoza müdahale ediyor

(Sohbetin tam bu noktasında Ulus Baker'le aynı evi paylaşan Pisinoza adlı kedi muhabirimizin üstüne atladı.)

Ürkmeyin, bir şey yapmaz. Anlaşılan Pisinoza bile kızdı bu gelişmelere.

‘Doğrudan faşizm' sözünü kullanıyorum. Bunu biraz daha yaygın bir kavram olarak düşünmeli. Faşist hareket ya da örgütlenmiş kişiler değil kasıt. Faşizmin tarihine baktığımızda kaynağında ciddi sol bir kitlesel literatürün olduğunu görürüz. Weimar dönemi Almanya'sında, belki savaş yıllarında bile güçlü olan solun söyleminde yavaş yavaş bir kayma başlıyor. Almanya'nın ve İtalya'nın savaş sonrası konumlarının da etkisi var bunda. Ancak bu kayma şöyle bir şey, Almanya'da Weimar döneminde, faşizmin yükselişine yataklık eden bir sol var. Bu sol muhafazakar bir sol. Örneğin ‘Jung Konservatizm' grubu, yani kendi içinde çelişen bir kavram, ‘neo-liberal' gibi.

Hep çevirmek istediğim bir kitap var, Totaliter Diller diye, Jean Pierre Faye'nin. Nazizmin yükselişinin dilsel anketi bir bakıma. Solun faşizme neden direnemediğinin sırlarından birisi bu; solun kendi dilinin içerisindeki kaymalar, faşizmi hazırlayan ‘verimli' bir zemin oluşturuyor.

Dil kaymalarına dikkat etmek, ciddi olgular gözüyle bakmak gerekir. Şu anda zaten, sol dilde bir çöküş var. Artık Marksist jargonu kullanmaya başladığımızda, bir yerden sonra komik olabiliyor. Yani bunu, ciddi ölçüde yeni bir terminolojiyle değiştirmemiz gerekiyor. Marksist tahlil yaparsınız iktisadi durumu falan, ama politik literatür için,   yeni kavramları ön plana çıkarmak lazım.

“Sosyologlar antropoloji yapıyor”

Sosyal bilimlerde şöyle bir dönüşüm oldu; artık sanki sosyolojinin konseptleri geçerliliğini yitirmiş gibi, sosyoloji yerine antropoloji yapılıyor. Çift kutuplu sistemin çöküşüyle birlikte, çoğunluklar azınlıklar problemi ortaya çıktı, etnisite problemleri gündeme geldi.

AB'ye girmek ya da girmemek

Türkiye'de bürokrasi yeni yasaların getirdiği anlayışa direniyor, bu direniş Avrupa'ya dahil olduktan sonra da sürer. Türkiye'nin önünde üç aşama var; standartizasyon, adaptasyon ve bürokrasinin yeniden örgütlenmesi. Şimdi sadece hukuku yeniden örgütlemeye çabalıyorlar. Dışarıdan bakılınca, Avrupa hukuki değişimleri değil, uygulamayı bekliyor. Brüksel bürokrasisi bu konuda Türkiye'ye güvenmiyor.

İlk AB'ci

AB tarzında bir birlik projesini ilk ortaya atan kişi, Rus filozof Aleksandr Kojéve. Kendisine ilk AB'ci de diyebiliriz. Güçlü bir Hegel yorumcusu, Fransa'ya yerleşiyor ve 2. Dünya Savaşı yıllarında Fransız vatandaşı oluyor. KGB ajanı olduğu yönündeki söylentiler, ayrı bir tartışma konusu. Ancak çok net bir Akdeniz Birliği projesi atıyor ortaya bu Kojéve. Fransız parlamentosunda ve BM'de görüşülüyor.

Tüketimden gelen güç

Alt bölgeleşme kaçınılmaz bir şey, çünkü sermaye global artışını sürdürüyor. Ancak pazar oluşturabilecek yerler de lokalize olabilir. Örneğin Çin tek başına birlik oluşturabiliyor, Japonya da.

Kapitalizmin geldiği aşamada güçlü ekonomi denen şey, ulusal üretime bağlı değil artık, ulusal tüketime bağlı. Ne kadar büyük bir tüketici pazarı oluşturursanız, o kadar büyük ekonomi olarak addediliyorsunuz.

Tüketim aynı zamanda bir üretimdir. Bir yerden gelen hammaddeyi ürettiğinde zaten onu tüketiyorsundur. Dolayısıyla eskisi gibi düşünemiyoruz; sermaye globalleşmesini tamamlamış, ama emek tamamlayamamış, hala göç halinde.

Şimdi Marksist bir tahlilde bir kısmını bulduğumuz, iki proleterleşme tarzı var. Biri yerleşik, diğeri göçer. Yerleşik proleterleşme Avrupa'da, kapitalist ilişkilerin kentsel ve kırsal nüfusları proleterleştirmesiyle ortaya çıkıyor. Marks bunu zaten tahlil etmiş. İkinci model, Amerika, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda gibi ülkelerde olan göçmen proleterleşme.

Türkiye'yi aldıklarında otomatik göç artacaktır, dolayısıyla bir paradoks içindeler. Dengeyi bulmaya çalışıyorlar. Bu paradoksu çözmek mümkün değil, ancak gerilimi belli bir dengeyle sürdürmek mümkün. Türkiye'ye baktıkları göz de bu.

Avrupa Ekim'e kadar üç şeyi kabul ettirecek Türkiye'ye. Bunu hükümet de epeydir biliyor, şu an dilini ayarlamaya çalışıyorlar.

- Bunlardan birisi, Ermeniler'den özür dilenmesi.

- İkincisi, Abdullah Öcalan değilse bile, üç bine yakın Kürt militanın serbest bırakılması.

- Üçüncüsü de Türkiye'nin Kıbrıs'tan çekilme perspektifini sunması.

Bu üçü yapılacak, ama tabii bunun için ülkeyi hazırlamaları lazım. Bu nasıl formüle edilecek bilmiyorum. Ama bunlar tabu olmaktan çıktı, geçen yıl bunları konuşamazdınız bile.

Ermeni soykırımı

Osmanlı'da o sırada Alman subaylar var. Almanya'da toplama kamplarından başlayarak, 2. Dünya savaşındaki soykırıma varan süreci organize eden subaylar, 1. Dünya Savaşı'nda Türkiye'de bulunan subaylar. Hatta birkaçı Ermenilerden özür diledi. Yani Osmanlı'dan öğrendiler bir soyun nasıl yok edileceğini.   

Biz tehcir diyoruz, tehcirin hukuki bir tanımı yok dünyada. Jenosit demeyelim de tehcir diyelim, yani zorunlu göç ettirme. Ancak bu bir soykırım sonucuna varabilir. Önemli olan sistematik oluşudur, arındırmanın sistematik oluşuna soykırım deniyor, uluslararası hukukta kesinlikle belirlenmiş bir terim. Merkezi bir kararla yürürlüğe konulması da temel şartı. Dolayısıyla merkezi karar odağı suçlanabilir o soykırımdan.

 
  arama     rss-feed    bize yazın    harita metot    ENGLISH