|
||||||||||||||||||||||||||||||||||
Derin Devlet Ayan Beyan OrtadaUlus Baker( Hayvan Dergisi , Cilt:5, Sayı: 36, Sayfa: 20–21) Son dönemde yükselen milliyetçi histeriler, linç girişimleri, nasıl bir siyasal alana tekabül ediyor? Son olaylar siyasi alana tekabül eden bir şey gibi gelmedi bana. Bazı konularda yurtdışındaki insanların nasıl algıladıklarına bakmak bu işin anahtarı olabiliyor. Dışarıdan bakıldığında bu son yaşananların sebebi ‘korku' olarak adlandırılıyor. İçeriden baktığımızda ise bu tür histerilerin medyaya bağlı olduğunu görüyoruz. Medyanın bu kadar yönlendirici ve aynı zamanda patavatsız olduğu bir ülke yeryüzünde azdır. Bu tür saldırılar hep oldu bugüne kadar, ancak medya karışmadığı sürece lokal olarak kaldı. Trabzon'daki olayda da yerel medyanın, yetişin bayrak yakıldı diye kışkırtması olduğunu görüyoruz. Devlet erkânının ilk tavrının da kanıksanmış bir tavır olduğuna dikkat etmek lazım, polisimizin sağduyusu, ellerinden kurtardık vb. Her rezillikten bir başarı payı çıkarmak. Sabır taşması, tahrik olma gibi bir hakkın formüle edildiğini biliyoruz. Geçmişte çok daha kanlı örnekleri var bunun. Bunu Türkiye'deki popüler kültürün genel olarak şekillenmesiyle bir bağı olduğunu düşünüyorum. Politik denilen ama aslında hiç de politik olmayan bir olay bu. Bu olaya ben asla politik bir olay gözüyle bakmıyorum, bir futbol maçındaki olaydan çok büyük farkı yok. Her yerde bunun böyle yaşandığını görüyoruz. Eğer bir siyasal alan terminolojisi kullanmamız gerekirse, buna daralmış bir alanın tezahürü diyebiliriz. Siyasi ya da iktisadi hiçbir faaliyet makro etik ilişkilerden geçmeden realize olamaz. Özel alanla siyasi alan arasında batıda olduğu gibi bir mesafe yok Türkiye'de. AB yasalarıyla mış gibi yaptığımız bir mesafenin ne kadar dar olduğu böyle olaylarla ortaya çıkıyor. Önemli olan TAYAD'lıların bu tepkiyi alacaklarını bilmelerine rağmen belli bir direnç göstermeleri. Genelkurmay'ın ‘sözde vatandaş' tanımı, Kavgam'ın birden en çok satan kitap olmaya başlaması vb. örnekler, yaşananların ‘derin devlete' uzanan bir politik zemini olduğunu göstermiyor mu? Genelde mizah camiasının icat ettiği bir deyişle ‘yurdum insanının' Kavgam'dan ne anlayacağını tahmin edebilir miyiz? Kavgam'ın siyasi bir kitap olduğu düşünülemez, aksine anti-siyasidir. Şöyle bir pasaj var, Hitler ilk politik eylemim diye, birlikten emir aldım, bir partinin toplantısına gidip rapor yazdım diyor. Emir alıp rapor yazmış, işte Türkiye'de de siyaset böyle bir şey. Tanıl Bora'nın söylediği bir şey var. ‘Ülkücü' harekete bakarsan dönemsel olarak şu kriter görülür, devletin kolluk güçleriyle aralarında ne kadar bir açı farkı var. Kolluk güçleri istihdam olarak onları içeriyor zaten. Zaman zaman açı farkının hiç olmadığı da görülüyor. Türkiye'de ‘derin devlet' terimini bir kavram olarak kullanmak çok zor, çünkü her şey o kadar ayan beyan ortada ki, sokaktaki insan da işlerin nasıl döndüğünü biliyor. Derin devlet adını koymak, bir bakıma yaşananları meşrulaştırmaya yaradı. Sadece bir siyaset bilimcisi olarak değil de, aynı zamanda bir Kıbrıslı olarak, Kıbrıs sorununa bakış açınızı öğrenebilir miyiz? Denktaş Kıbrıs'ı temsil etmiyor, Kıbrıslı Türkleri de temsil etmiyor. Denktaş Türkiye'deki ‘derin devleti' temsil ediyor. Kıbrıslı olması, bu ulusal ‘mesele' denen şeyle çakışıyor. İkincisi 1974 öncesinde bir bölünme var. İngilizlerin ‘böl ve yönet' politikasında Türkler, polisiye kuvvet olarak kullanılmış. Rumlar tabii bunu affetmediler. Rumların içerisinde de faşizan bir hareket yükselmeye başladı, EOKA devreye girmesiyle bölünme kesinleşti. Aslında 1974'te Türkiye'nin adanın kuzeyini işgal etmesiyle bu bölünmenin ortadan kalktığını söyleyebiliriz. Bölünme daha baştan beri Denktaş ve çevresindeki güçlü burjuvazinin arzuladığı bir şeydi. Onlar için adanın bölünmüşlüğü başlı başına bir kâr kaynağıydı. İnsanlar bölünmeden önce de, gerginlik ve çatışma nedeniyle Rum tarafına alışverişe gidemiyordu. Dolayısıyla Denktaş'ın yakın çevresindeki tüccarlar bir tekel oluşturmaya başlamıştı. Denktaş'ın damadı Salih Boyacı'nın Bel Kola diye bir fabrikası vardı. Rumlar Coca Cola içerken biz elimiz mahkum Bel Kola içerdik. 1974'den sonraki ambargo Türkiye'nin de uyguladığı bir şey. Kuzey Kıbrıs'ta havlu üretsen Türkiye'de satamazsın. Ambargo uluslararası olduğundan Türkiye'de bunu uygulamak zorunda kaldı, dolayısıyla parayı basarak herkesi memur yaptı ve adada bir ekonomi oluşmasını engelledi. Denktaş işte bunu temsil ediyor. Bundan sonra Annan Planı'nın yeniden devreye sokulması için çalışılmalı. Bu plan Amerika'nın değil, çünkü böyle bir plan hazırlayacak kadar ciddi bir bürokrasiye sahip değiller. BM hantallığının da bu planla ilgisi yok. Annan Planı, Avrupa'nın planıydı. Bugüne kadar sosyolojik olarak iyi işlenmiş tek plan bu. Sanırım Talat hükümeti bu planı zorlayacak ve bunu yaparken Türkiye'den göreli bir bağımsızlığı da olacak. Denktaş kadar açısız değiller. Türkiye'de 68 kuşağının siyasi eğilimlerinin Avrupa'dan ayrıldığı yönler neydi? Bunu basit bir gözlemle ifade edebiliriz. Fransa'da ve Almanya'da 68 kuşağı dediğimiz 42-44 doğumlular olarak bilinir. Yani üniversiteyi bitirmiş, akademisyenliğe yavaş yavaş adım atmış insanlar bu hareketin öncüleri veya yaratıcılarıdır. Türkiye'de 47'lilerdir, yani üniversiteye yeni adım atmış daha genç bir kuşak. Avrupa'dan farklı olarak; çok fazla üniversitenin içinde kaldığını, dışarısıyla fazla bir bağ kuramadığını söyleyebilirim. Bu bir suçlama değil, sadece gözlem. Fransa'da bir devrimin eşiğine kadar geldi. Türkiye'de bu işin mayasında işçi ve köylü hareketleri yoktu. 68 sonrası nasıl bir siyasi şekillenme yaşandı? Günümüzde yanlış olarak ‘postmodern politika' denen şey, çok kültürlü hareketleri ve yeni toplumsal hareketleri içerir. Ama diyalektik lojiğin mantığın gereksinimlerine göre yapılan politika 68'e kadardı. Günümüzde artık böyle yapılmıyor. Farklılıkların değer kazandığı, kadın hareketi, gay hareketi gibi. Burada ‘çokluk' kavramına dikkat etmemiz gerekir. Bu aynı zamanda sosyal emeğin toplamı demek. Yani, gayri maddi emek.. Çok eski bir soru, Makyevel de çokluk diye bir problemden bahsediyordu ama bu çokluk yönetilmek zorunda olan bir şeydi. Çokluk da büyük bir güç yoğunlaşması olduğunu biliyoruz. Bütün üretim kudretinin orada olduğu biliniyordu, ama bunun için bir yönetim erki planlaması gerekiyordu. Spinoza dışsal bir ihtiyaca gerek yok, bu kuvvet zaten toplumun içinde var diyor. Dışarıdan bir araca gerek yok, para da ordu da içeridedir. Dolayısıyla bir yönetim erkine ihtiyaç kalmamıştır. Yönetim erki üretken olmayı bırakır. Bunu düşünen ender Marksistlerden biri Rosa Luxemburg oldu. Çokluk bir sübjektivite, Negri'nin dayandığı temel mefhum gayri maddi emek (inmaterial labour). Uluslararası entegre piyasanın nasıl çalıştığına bakmak lazım. Örneğin Benetton firması giysi üretmez, lisans ve imaj üretir. Bütün bunlar beyinsel faaliyet. Negri'ye göre düzenleyici emeğin ortadan kalkması, burjuvazinin ortadan kalkışı demek oluyor. Kol emeğinin sayısal olarak hegomonik olduğunu söylesek bile, kapitalizmin işleyişi açısından baktığımızda, niteliksel olarak gayri maddi emeğin hegonomik olmaya başladığı doğru. Buradan doğrudan politik sonuçlar çıkarmaya kalkıldığında çuvallanabiliyor. Dolayısıyla çok kolay eleştirilebilir. Tek bir fabrikadaki işleyişe bakıp, bunun böyle olmadığını söyleyebilirsiniz, buna kanmamak lazım. Günümüzde örneğin AIDS mağdurları devlet politikalarını protesto gösterileriyle eleştirmekle kalmayıp, önerdikleri işi kurmaya da girişiyorlar. Bu bir mülkiyet tarzı değil, kolektivite tarzı. Bu 19. yüzyılda anarşistlerin ve ütopyacıların önerileriydi, ama şimdi realize olabiliyorlar. Yani mülkiyeti işçilerin devralması değil. Kapitalizm saçma sapan kurallarıyla işlemeye ne kadar devam edebilir, bunu aşacak yeni sistem nasıl olabilir, bunu düşünmek lazım. Gayri maddi emeğin oran olarak kol emeğinin önüne geçtiği varsayımını doğru kabul edersek, kapitalizm mağdurları bunun karşısında nasıl bir hareket planı çizebilir? Bu bir öznellik problemi. Kapitalizmin doğmasını sağlayacak ekonomi mülkün ekonomisiydi. Objeler dünyasına ait bir zenginlik vardı. Ardından Adam Smith, kıymetin kaynağının nesne değil, özne olduğunu vurguladı. Sermaye bir öznellik, sermayedarın alacağı risk ve işçinin emeği. Sermayenin düzleştirilmesi, kapitalizmin genel formülü. Marx bize dedi ki, Adam Smith'in görmediği bunun tek bir öznellik olduğudur. Sermaye birikmiş ölü emektir. Oysa sermaye açısından tek bir öznellik yoktur. Öznelliğin yerleşeceği yeni kurumlar icat etmek gerek. Sendikal yapılar, sivil toplum örgütleri böyle işlemiyor artık. Ekonomi politik her zaman bir iğne fabrikasındaki işbölümünü tahlil ederek başlıyor. Halbuki bir müzik parçası nasıl ya da bir kitap nasıl üretilir diye sorsanız, yani gayri maddi emek devreye girdiğinde ekonomi politiğin bütün işleyiş yasalarını yeniden formüle etmeniz gerekir. Geçen yüzyılda iki tür proleterleşmeyi ayırt edebiliyordunuz. Birincisi yerleşik proletarya, bunu kırsal mülkiyet çözülürken işsiz kalanlar oluşturuyordu. Avrupa'daki model bu. Bir de Amerika modeli var, göçmen proleterleşmesi denir. Bugün ciddi bir emek göçü var, kalifiye emeğin göçü. Beyin göçü denen aptal laf, gayri maddi emeğin göçüdür. Kapitalizm mağdurlarının çizeceği hareket bu kavramların açılımına ve buna uygun gelişecek dolaysız eylemlere bağlı. |
||||||||||||||||||||||||||||||||||
|