|
||||||||||||||||||||||||||||||||||
Godard Zagdanski'ye KarşıUlus BakerSinema bir "saçmalık" mı? Son eseri Gözdeki Ölüm'de Stéphane Zagdanski Lumière kardeşlerden Matrix'e sinematografik ideolojinin ipliğini pazara çıkarmayı hedeflemiş. En sert saldırdıkları arasında bulunan Jean-Luc Godard yazar ile karşı karşıya görüşmeyi kabul edince, aşağıdaki diyalog ortaya çıkmış... Zagdanski'nin kitabının alt başlığı şöyle: "Bakış, baskı, yalan, köksüzleştirme, ayartma, manipülasyon, yıkım, kötüye kullanma olarak sinemanın Eleştirisi". Bu alt başlığın Guy Debord'a göz kırparken bir "savaşçı" tonunu taşıdığı da tespit edilebilir. Tezi ne peki? En rafine estetik ürünlerine varıncaya kadar, sinema yırtıcı bir endüstri oldu hep: hipnozla ve manipülasyonla ta baştan beri eleleydi. İdeolojik bakımdan doğuşu Lumière kardeşlerin icadı değil, İsa'dan önce dördüncü yüzyılda Platon'un mağarasıydı --işte bu mağarada kudurgan bir güruh büyüye kapılmış gidiyordu. "Sinema kendini sanatın mirasçısı zanneder, ama olsa olsa klonlamanın atasıdır, hayat taklidi yapan bir ölüm tekniğidir." Zagdanski'ye göre karanlık salonların "mağara atmosferinden" midesi bulanan Céline'den "harika ve lanetli büyüleniş"ten bahseden Artaud'ya kadar Yirminci yüzyılın bütün büyük yazarları meselenin önemini kavramışlardı. Gözdeki Ölüm kitabıyla Zagdanski Batı'da imajın tüm bir tarihini hedefliyor ve çok sayıda sinemacıyla çatışıyor: Orson Welles'den Wachowski kardeşlere. Büyük sinema teorisyenlerini de esirgemiyor: Elie Faure, Gilles Deleuze ve Serge Daney. Anlaşıldığı kadarıyla "sinefili ukalalığının daniskası"diye suçlanan Jean-Luc Godard kitabı okuyup hoşlanmış ve yazarıyla bir karşılaşma oyununu göze almış... İki saatlik diyalog sonunda Godard ile Zagdanski "yeryüzünün en iyi düşmanları" olarak birbirlerinden ayrıldıklarını söylüyorlar... ********************************************************************** J-L Godard: Film çekmeye yeni başladığımda filmler üstünde anlaşmaksızın çiftler evlenemezlerdi. Bugün ise oğlan Luc Mollet'yi sevebilir, kız ise Bruce Willis'i tercih edebilir. Kitabınızın hoşuma gitmesinin nedeni bu. Bu bana Cocteau ile Mauriac arasındaki zıtlaşmaları ya da Gerçeküstücülerin Anatole France'tan o korkunç bahsedişlerini hatırlatıyor. "Positif"in küfürlerini de. Gönülden güldüğüm ve özellikle de çok doğru olan anlar vardı. S. Zagdanski: Sinemaya saldırırken Godard'ı esirgeyemezdim. Günümüzde sinema sizsiniz. Burada Nietzsche'nin savaş ilkelerini uyguladım, Wagner'e karşı kullandığı ilkeleri. Birinci ilke: sadece muzaffer davalara saldırmak. Godard ve sinema muzaffer davalardır. JG: Bunu isterdim gerçekten ... (gülüşmeler) SZ: "Bollywood" filmlerinin yenilip yutulduğu Dördüncü Dünya bidon-şehirlerinden Bresson'un "kaçık enteline" kadar kimse bugün sinemayı aşağılamak şöyle dursun sevmediğini söylemeye bile cesaret edemez. İkinci ilke: yapayalnız saldırmak. Yetmişli yıllarda, Debord'u bir kenara bırakırsak kimse sinemanın ne olduğunu gerçek anlamda sorgulamaya kalkışmadı. Olup bittiği "Yeni Dalgacı mısın, karşı mısın"dan başka bir şey değildi. Bir başka ilke: kişisel saldırı yok. Özel ad bir bunalımı incelemek için bir büyüteç olabilir ancak. Godard tam da "nötr"ün sinemacısıdır, onun ta kendisidir dediğimde bu imaja özgü nötrlükten bahsetmek içindi. Bir fotoğrafta pozitif negatife denktir. Bu yüzden sinema her türlü propogandaya hizmet etmiştir ve Eisenstein gibi bir sinema dehası dehşet verici bir rejimin altında sürünebilmiştir. Büyük edebiyatta böylesi düş ünülemez. JLG: Ayn ı fikirdeyim, ama yine de başka bir şey de olduğunu kabul etmek şartıyla... Dostum Anne-Marie Mieville, sanat olarak sinemaya saygı duysa bile orada, içerde sonsuzca hüzün verici bir şeyler olduğunu da söylüyor. Esasın derinden bir reddedilişi. Sinema en baştan beridir bir vazgeçişler silsilesinden yapılmıştır. Önce teknik meseleler. Kim Novak'la film yapmak istenir, serbest değildir. Güneş istenir... Ben her zaman her şeyden vazgeçip durdum, ama yine de devam ettim... (...) Bir zamanlar Hitchcock ya da Rosselini'nin bir Chateaubriand'a denk olduğu düşünülürdü... Ben hiçbir zaman yazmayı beceremedim --bu bir romanın ilk cümlesi olsa bile. İşte bu yüzden Gallimard'da kitapları çıkan Astruc ile Rohmer'e karşı o zamanlar büyük bir hayranlığım vardı. Matematikçi Laurent Schwartz bir hiç olduğu tek bir nokta dışında her noktasında sonsuz olan bir eğri tasarlamıştı. Hiç olan nokta, işte, sinemadır. Öteki noktalarsa, edebiyat. Ama ikisi de aynı eğri üzerindeler. Ayrıca uzlaşmanın dostla değil düşmanla yapılacağını da söylemek isterim... SZ: Gerçek bir dost bir klondur, bir işe yaramaz. Zaten dilde olduğu gibi varoluşta da sadece sahte dostlar vardır. Hep yabancı bir dil ayırır onları. Edebiyat ile sinema arasında olduğu gibi. İlgimi çeken şey imaj ile söz arasındaki çatışmanın köklerini yeniden bulmaktı. JLG: Kökenlerden gelen bir çatışma, eğer köken diye bir şey varsa. Geçen hafta, birdenbire kendime dedim ki annem benim doğumumdan önce hiç sesli film seyretmemişti. Kuşkusuz bu yüzden çok geç, ancak beş yaşında konuşmaya başlamışım. (Gülüşmeler) Adlarla çok ilgiliyim. Neden acaba Amerikalılar kendilerini bütün bir kıtanın adıyla adlandırırlar mesela? Amerikalı, bu huhuki bir ad, ama topraktan gelmiyor. Büyük handikapları ve bugünkü o karmaşık suçları işte budur. Ayakları toprağa basmıyor. İşte belki burundan konuşmalarının nedeni de bu. (...) Çölde küçük taşlar toplayan amcam Théodore Monod gibi ben de cümle parçacıklarıyla, cümleciklerle, teoremlerle ilgiliyim... Derrida bir blok alıyor ve onu söküyordu. Bense tersini yapıyorum, bulmacalar düzüyorum. Artemis'in ayağı, onu şuraya koyuyorum, bakıyorum olmamış. Sonra onu Raymond Chandler'a yapıştırıyorum ve diyorum ki kendime, hah işte, burada bir yasa olabilir. SZ: Yahudi düşüncesi mütemadiyen bunu yapar, dağınık parçaları almak ve onları çakmaktaşı gibi sürttüştürmek. JLG: Evet ama yola çıktığı metinden bazı kuşkularım var. SZ: Tevrat mı demek istiyorsunuz? JLG: Evet, çok totaliter olduğunu düşünüyorum. sinema borçla doğrudan ilişkisi olan bir sanattır. Ben çok küçükken bir şeyi istemem yettiği halde çalardım, belki de bu türden şeyler karar veriyor... Bugün bile paradan bahsetmeye cesaret edilen ender yerlerden biri... Tevrat'a çok yakından bağlı olması muhtemel bir şey var. İbrahim bir ev satın alarak başlamıştı. SZ: Aksine Tevrat "Torah armağanı"yla bedava vermeyi, bahşetmeyi icat etti. Musa altından bir puta tapmaya aç bir halka Torah'ı sundu. Ve de nasıl bir put! Güzel bir kadın bile değil, bir buzağı. Hitchcock aktörlerin besi hayvanları olduklarını söylerdi, bu bir tesadüf değil. Orada putperestliğin göbeğindeyiz --para, ölüm, şeyleşme arasındaki ilişkiler ve sinemanın Lumière'lerden Matrix'e kadar yapmış olduğu şeylerden. Sinema yalanın tarihinde küçük bir halkadan başka bir şey değildir. Dagerrotipten insan klonlamaya kadar koşan bir tarih, özdeşin yeniden-üretiminin nec plus ultra'sı. Sinemanın manipülasyon ile de çok yakın bağı var. Oysa edebiyat özgürleşmeyle ilgilidir. Musa ve Odysseus ilk edebi kahramanlardır. Hah işte, Odysseus zamanını hipnozla, sahteliklerle mücadele etmekle geçirir; Musa ise İbranileri kölelikten kurtarır. Sinemaysa, toptan, ezenin tarafındadır. ABD'deki ilk stüdyonun adının ne olduğunu biliyor musunuz? Black Maria. Bizim "salata sepeti"ne denk düşer. Kotarılmış bir ad, bir vagon adı gibi... JLG: "Çekim" kelimesi için de aynı şey değil mi? ("La prise de vue" = görüntü alma) SZ: Evet. Ya da Edison'un projeksiyon aygıtının adı için: Panopticon. Bu içinde tek bir kişinin, tam merkezde oturup dünyayı gözetleyebildiği bir odaydı. Dilde hiçbir zaman tesadüfe yer yoktur. JLG: Tamamen öyle, ama yedi metrelik botlarla binlerce kilometre katettiniz... bense henüz küçük oyuncaklarımla oynuyorum burada (gülüşmeler)... Ezenlerin yanında yer almasına gelince, tümüyle aynı fikirdeyim. "Filistin'e Yeniden Ziyaret"inde Elias Sanbar Kutsal Toprakların geçmişteki ve bugünkü imajları üstüne yazdı. Yüzlerce fotoğrafçı gitti oraya, her şeyi çektiler, yalnız Filistinliler dışında. Onları Batının fethi sırasında çekilen fotoğraflardaki Kızılderililerden bile az görmüşüzdür. Önceden anlatılanlardan bildiklerini çektiler sadece. Burada dagerrotiplerin efendileri edebiyatın köleleri oldukları söylenebilir. İşte beni ilgilendiren bu türden şeyler... (...) JLG: Ölüm kamplarıyla ilgili olarak, Hannah Arendt gibi biri bile "koyunlar gibi oraya götürülmelerine izin verdiler" diyebildi. Bense aksine İsrail'i kurtaranların onlar olduğunu düşünmeye başladım. Sonuçta, altı milyon kamikaze vardı... SZ: Ben böyle demezdim. JLG: Altı milyon kendini feda ederek kurtuldu. Bunun üzerine yapılacak filmler hiç yapılmadı... SZ: Burada sizinle hiç aynı fikirde değilim. Yahudiler ölümle bir feda, bir kendini kurban etme ilişkisi içinde değildiler. Bu insanlar, çoğu zaman çok inançlı olan bu insanlar hayatla doğrudan bir ilişki içindeydiler. Ama ölümün hayattan çok şey götürdüğünü de hissetmişlerdi. Nazizm basitçe çok kötü insanların bir kliği değildi --Batı'nın ne olmakta olduğunu ilan ettiler: ölümün üstünlüğü. Oysa hayat ölüme ölümcül bir cevap vermemeli. Tevrat'ın Tanrısı şunu der: "Önüne ölümü ve hayatı koydum, hayatı seçeceksin." Aksine otobüste kendini patlatan bir Filistinli, çok derinlerde İslam'da kök salmış olan hiçlikle ölümcül bir ilişki içinde kalır. Bununla Avrupa Yahudilerinin katledilişi asla birbirleriyle karşılaştırılamaz. JLG: Bunu yapan bir Filistinli adına konuşamam. Sonra, onları genel olarak Araplardan da ayırdetmek gerekir. Ama bildiğim bir şey varsa o da, eğer siz İsrailli ben de Filistinli olsaydık hemen şu anda odayı bölmeye girişirdik. SZ: Sinema fikirlerle çalışır, metaforlarla değil. Herakleitos "Zaman zar oynayan bir çocuktur" dediğinde, işte metaforun kalbindeyiz --duyulmadık derinlikte poetik bir kalkıştır bu. Sinema buna varamaz, zincirlenmiştir. JLG: Eh tamam. Bense buna sinema diyorum, neredeyse hiç varolmamış olsa bile. SZ: Aşılamaz bir nedenden dolayı: bir yazar diriliş eseri yaratır, eti sözü, Kelamı ifade eder. İmaj ise tamamıyla ölüm ve yokoluş sürecine batmıştır. Bir çiçeğin fotoğrafını çektiğinizde onu zehirlersiniz, öldürürsünüz. Sinemanın bütün problemi köklerindeki bu zehiri montaj ile dengelemeye çalışmaktı. JLG: Montaj hiç varolmadı. Hayatı akışa hiç geçiremedi, çok ender istisnalar dışında --tıpkı evrimde olduğu gibi. Rimbaud ile Mallarmé gerçek montajcılardı. Sinema bunu yapmayı başaramadı. Yine de, çocukça niyetleri vardı ama paranın kötü kullanımı yüzünden bunlar çok çabuk yozlaşıp gittiler. Sinemanın binde biri yine de kurtarılabilir. Diyelim ki bu sulardan kurtarılmış Musa olsun. |
||||||||||||||||||||||||||||||||||
|